Nasıl bir tembelliğin içindeyim ki bloğuma yazı yazmayalı, onu ihmal edeli bir yılı geçmiş...
Aslında yazacağım yazının altlığı bir yıl öncesinden hazırdı ve görmek istediğim yerlerin üst sıralarında yer alan Sura antik kentine yaptığım geziyi anlatacaktım…
Çünkü, nihayet 12-13 Nisan 2019 tarihlerinde Sura'ya gitmiştim... çok ama çok büyüleyiciydi... cep telefonumla güzel fotoğraflar çektim, araştırmalarımı yaptım fakat ne oldu bilmiyorum yazamadım ve Sura, bilgisayarımda bir klasör olarak öylece kaldı... kaldı ama bir işi yarım bırakmanın verdiği huzursuzluk da beni yedi bitirdi... Neyse ki Covid 19'un sokağa çıkma yasakları, tatilleri imdadıma yetişti...
Bazı şeyler vardır... parça parça beynimizin içine yerleşir ve ortaya çıkacağı anı bekler... İşte Sura da benim için öyleydi...
1997 yılında işe ilk başladığımda, bir karides çiftliği konusudur gidiyordu… Demre’de, Sura’nın kıyılarında, Karaemlik çayında diye konuşuluyor, çok kibar bir beyefendi konuyla ilgileniyordu… benimle ilgisi olmasa da fotoğraflar, konuşmalar, tabii ki karides çiftliği nasıl bir şeymişe olan merakım, Sura'nın ilk kez o zamanlar beynimde yerini almasını sağladı...
Karides işi olmadı… iyi ki de olmadı… aradan yıllar geçti… Her zaman Demre’den çıkıp Kaş’a giderken yolun solundaki görkemli lahdin yanından geçtiğimizde Fatih ÖZDEL, bu lahdin Likya’nın en gösterişlisi olduğunu söylerdi… ama nedense kenti görmeye, gezmeye vaktimiz olmazdı… izinsiz yapılmış seralara bakar, diğer konular için yola devam ederdik… Sura’nın o yol kenarındaki yerleşimden ve lahitlerden ibaret olduğu, beynime yerleşen ikinci parçaydı…
Üçüncü parça, rahmetli Prof. Dr. Sencer ŞAHİN ile Kaş’tan dönerken, Sura civarlarına geldiğimizde, onun bir antik yolun aşağı vadiye indiği ve Myra’ya ulaştığı sözleriydi ki, bana antik yol denince akan sular dururdu...
Son ve en vurucu parça ise, BAKA projesi kapsamında Likya Yolu ve Aziz Nikolaos Yolları için hazırlanan çalışmalarda, antik kentlerle ilgili bilgileri derlerken geldi…
Sura’nın aslında o yol kenarında görünen lahitlerden ve kalıntılardan ibaret değil, çok önemli bir kehanet merkezi olduğu, Sencer Hoca ile geçerken gördüğümüz aşağıdaki vadide, kehanetlerin gerçekleştirildiği bir Apollon tapınağının bulunduğu, Prof. Dr. Nevzat ÇEVİK’in editörlüğünü yaptığı Demre kitabında yer alan harita da, yukarıda rahipler alanından, aşağı tapınağa merdivenli bir yolla inildiğini görünce Sura’ya ilişkin parçalar beynimde birleşti... artık o kutsal merdivenlerden aşağıya inmek hayallerimin başında yer alıyordu…
İş kapsamında bunun olamayacağını biliyordum… çünkü ben sindire sindire o anı, antik dönem insanlarının hislerini yaşamayı, keyfini çıkarmayı istiyordum… Bunun için hava çok sıcak, günler kısa olmamalıydı… bitkiler kuruduğunda, çalıların nasıl acımasızca vücudumuzda izler bıraktığı konusunda tecrübeliydik sonuçta😊 bunun için bir de arkadaş olsa fena olmazdı derken Nilüfer, Demre’ye taşındı…
Canım arkadaşım, isteğimi duyunca evinin kapılarını da açtı bana… güzel bir nisan ayında, yani bir yıl önce, bir hafta sonu programımızı yaptık ve ben Cumartesi öğleye doğru Antalya'dan Demre’ye ulaşabildim...
Demre merkezden Kaş’a doğru giderken, Kekova ayrımına gelmeden yolun solunda Sura’nın lahit mezarları, tabii seraların imkan verdiği ölçüde görünüyordu… arabamızı düzlüğe park ettik ve kehanetin merkezine artık gitmeye hazırdık…
Tabii rehbersiz olmazdı bu iş… bu kez rehberimiz Ümit IŞIN olmasa da😊yine özel birisi, Myra-Andriake kazılarının, Demre çevresi ve dağlarını çok iyi bildiğinden Likya yolu yürüyüşçülerinin vazgeçilmezi Mustafa KESKİN’di... ismini böyle yazınca onu eminim ki ne yürüyüşçülerden, ne de kazı ekibinden hiç kimsenin tanımayacağından, ama annesinin verdiği isim olan BILI’yı söylediğimde herkesin bileceğinden eminim😊
Bu arada Sura antik kentinin Likya Yolu yürüyüş rotası dışında kaldığını da belirtmek istiyorum...çünkü yürüyüş rotası, kentin batısından ve güneyinden geçirilmiş...
Sura antik kentinin 2 kısımdan oluştuğunu söylemek pek yanlış olmaz… ilk ve kolay ulaşılabilen kısım, arabayı park ettiğimiz düzlüğün batısında yer alan ve akropol denen bir tepecik ile etrafındaki lahit ve kaya mezarlarından oluşuyor…
1967 yılında çekilmiş bir fotoğraftan Sura’nın yerleştiği tepecik öyle güzel algılanıyor ki…
Kent, 20. yüzyılın başında ve sonrasında birçok seyyah tarafından haritalarda ve metinlerde; birçok araştırmacı tarafından da fotoğraflarla, çizimlerle, bilimsel çalışmalarla belgelenerek günümüze aktarılmış…
Kentte yer alan çeşitli yazıtlar ve yapılan araştırmalar, kentin Myra'ya bağlı bir yerleşim olduğunu gösteriyor...
Meşhur Patara Yol Kılavuz Anıtına göre, Antik dönemde, Sencer Hoca’nın bana bahsettiği yol olan, Kyaneai’dan çıkan 57. güzergâh, Davazlar köyü üzerinden doğuya doğru uzayıp Eğridere vadisi içinden güneye doğru inerek Sura’ya, oradan da Myra’ya ulaşıyormuş...
Sura’da bulanan bir mezardaki yazıta göre, Sura’nın Likçe adı, yakın anlamı Sur olan ve bugünkü ismine de belki ilham veren Surezi’ymiş… Kent, yakınındaki Myra ve son dönemlerde popüler olan Andriake’nin gölgesinde çok bilinmiyor… Diğer büyük kentler gibi tiyatro, stadyum gibi anıtsal yapıları da yok… ama küçük olsa da, çevresindeki geniş tarım arazileri ile batısında denize kadar uzanan, Apollon Tapınağı’nın yer aldığı vadi ve tabii ki en başta Tapınağın kendisi, kentin ne kadar önemli bir merkez ve yönetim olduğunu göstermeye yetiyor…
Çünkü antik dönemde Apollon kültünün bir parçası olan kehanetin verdiği güç, kentlere ayrıcalıklı bir konum ve güçlü bir rahip sınıfının varlığını sağlıyormuş…
Meşhur Delphi gibi, Sura'da, geleceğin gizemini, antik dönem insanlarının meraklarını karşılayan kahinlere, rahiplere ve şimdilik Myra’da bilinen tek Apollon kehanet merkezine sahipmiş…
İnsanlar için din, inanç, geleceğe olan merak, her zaman her şeyin üzerinde gelen değerler…
Şimdilerde bile fal, kehanet denince insanda bir merak uyanıyor… astrologlarca her yıl, ay, gün için tahminlerde bulunuluyor… yıldız haritaları çıkarılıyor ve azımsanamayacak çoklukta insan, hayatını buna göre düzenliyor… Hele, şu falcının, astroloğun dediği çıkıyormuş dendiğinde, çoğu insan için ödenecek bedelin bile bir anlamı kalmıyor, hemen karşılanıyor…
Bu merakı gideriyorsan hem önemli, hem ayrıcalıklı, hem de zenginsin demektir, daha ne olsun ki😊
Heyecanımızı bir an önce gidermek için biz de Apollon Tapınağının yer aldığı vadiye o gün inmeye, tapınağın rahiplerinin de yaşadığı çevremizdeki yerleşimi ertesi sabah gezmeye karar verdik…
Hava tam arazi havasıydı… bahar etrafta kendisini çiçeklerle, yeşilliklerle gösteriyordu… güneş bulutların arasına girdiğinden sıcaktan etkilenme durumumuz da pek yok gibiydi…
Gelenlerin aşağıya indiği bir patika varmış ve Bılı’nın niyeti de bizi bu yoldan aşağıya indirmekmiş…
Ama biz, rahiplerin kullandığı antik merdivenlerden vadiye inmek konusunda oldukça kararlıydık...
Bılı bunu anlayınca, bitki örtüsünün inişe izin vereceğinden pek emin olmasa da neredeyse hiç kullanılmayan merdivenleri aramaya ve denemeye karar verdi...
Veee merdivenleri bulduk… o an hissettiklerimi, mutluluğumu anlatabilecek kelimeleri kullanabilecek yetenekte değilim😊 ama çok çok heyecanlandığımı söylemek istiyorum…
Basamaklar aşağıya doğru iniyor ve büyük oranda algılanabiliyordu… İnmeye başladıkça tapınak ile onun hemen yakınındaki kiliseyi görmeye başladık…
Suyumuz vardı ama yanımıza yiyecek almamıştık… etrafta da meyve ağaçları yoktu doğal olarak… sonuçta bahçe gezisinde değildik😊 yine de meyvesiz kalmadık...adaçayı bitkisinin meyvesi bile olduğunu bilmezken, erik şeklinde ve hemen hemen benzer lezzetteki meyvesi günümüzün bir başka bonusu oldu😊
Vadiye yaklaştıkça basamakları izlemek zorlaştı… daha doğrusu, özgününde de oralarda basamak var mıydı?? çok emin değilim…
İlk olarak kiliseye ulaştık… Apollon Tapınağının yer aldığı vadide, Hıristiyanlığın gelmesiyle, tapınağa dokunulmadan, onun gerisine bu Bizans Kilisesi yapılarak Ortaçağa kadar kullanılmış…
Tek apsisli ve üç nefli olan kilisenin 6. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor… Kilisenin girişinin yer aldığı narteks denilen mekanın duvarı, kemerli pencereleriyle neredeyse çatı seviyesine kadar ayakta…
Apsis kısmı da aynı şekilde korunmuş… apsisin, güneyinde, kiliseye bitişik bir de küçük şapel kalıntısı var…
Ayakta kalan ve birbirine açılan kemerli kapılar ile kapılardan bataklığın görüntüsü muhteşem bir perspektif sunuyordu bize…
Kilisenin su ihtiyacını karşılayan kuyusu da, hayvanların düşmesini engellemek amacıyla çobanlarca yerleştirilmiş kuru dallarıyla, kilisenin hemen önünde yer alıyor…
Kiliseyi geçince, kehanetlerin yapıldığı meşhur Apollon Surius Tapınağı karşımızdaydı…
Tapınak, antik dönemde vadinin denize açıldığı noktada yer alırken, çayın vadiyi doldurması nedeniyle günümüzde bataklık kıyısında kalmış…
Bataklığın keskin kokusu hemen hissediliyor… Bahar olduğu için mi bilmiyorum, tapınağın etrafı sular ile çevriliydi… yazın bu kadar su olacağından çok emin değilim açıkçası…
Apollon, mitolojiye ve antik dönemin pagan inancına göre, ışık ve sanatla birlikte kehanetlerin de tanrısı… kahinlere ve bunların sezgi yoluyla bildirdikleri ilahi yanıta verilen ad olan “Orakl”, yani kehanetin merkezleri de, genelde onun adına ve onuruna yapılırmış...
Patara’da doğduğu söylenen Apollon, Sura’nın da içinde yer aldığı Likya bölgesinin en çok sevilen tanrısı… antik dönemde, Apollo’nun yılın yarısını Delos’ta, diğer yarısını Patara’da geçirdiğine inanılırmış…
Apollon’un Likya’daki üç kehanet merkezinden biri olan Sura’daki kehanet merkezini ilginç ve diğerlerinden ayıran şey ise burada kehanetin balıklara bakılarak yapılıyor olması…
Yani o dönemki inanca göre inananların kaderi, hemen denizin kenarında ve üç kaynak suyunun birleştiği bir yerde kurulmuş olan Apollon Surius kehanet merkezinde, Surius denen ve üç kez düdük öttürülerek seslenilen kahin balıkların nasıl hareket edeceğine, sunulan yiyeceklere karşı alacakları tavırlara göre rahiplerin yapacağı yoruma bağlıymış ve çevre kentlerden sayısız insan, geleceğini sorgulamak için tapınağın yolunu tutarmış…
Şimdi önümüzde sessizce uzanan kara bataklık, antik dönemde dünyanın birçok ülkesinden gelen gemilerle, denizcilerle, meraklılarla, çaresini balıklarda arayanlarla, seslerle dolar taşarmış…
Tapınağın hemen doğusunda, tepenin eteklerinden çıkan kükürtlü su kaynağı, “Apollon Çeşmesi” olarak biliniyor... Apollon Çeşmesi’nden tapınağa su taşıyan kanal bugün bataklığın içinde kalmış ama kaynak suyu hala akmaya devam ediyor…
Su, vadinin doğusundaki yamaç boyunca dereye dönüşerek ilerleyip, vadinin orta kısımlarında doğuya doğru bir kıvrım yaptıktan ve tekrar batıya yöneldikten sonra denize dökülüyor…
Sura’da yapılan balık kehanetleri birçok antik dönem yazarı tarafından, detaylı olarak anlatmış, bu anlatılar, kuşaktan kuşağa günümüze taşınmış...
Bunlara göre;
Hakkında bir kehanette bulunulmasını isteyen kişinin yapacağı ilk şey, öncelikle Sura’daki Apollon koruluğuna gelmek… bahsedilen koruluk sanırım kaynağın yanında yer alıyor…
Gelirken, muhtemelen rahiplerin, kahinlerin alacağı, ayrıca tapınağın kasasına girecek hediyelerin, bağışların getirilmesi de unutmamalı… sonuçta verilen hizmet önemli ve karşılığının da biraz duygusal olması gerekiyor😊
Hediyenin yanında, kehanet için, her birine on parça kızarmış et takılı olan iki tahta şişin de getirilmesi gerekiyor…
Kişinin kendini takdim etmesinin ardından, Rahip koruluktaki yerini sessizce alıyor ve şişler girdaba atılıyor, o da olacakları izliyor... Anlatılanlara göre şişler atıldıktan sonra havuz, deniz suyu ile dolar, çok sayıda ve çok değişik boylarda birçok balık neredeyse sihirli bir şekilde ortaya çıkarmış... Küçük balıklar görülebildiği gibi bazen de balinalar, testere balıkları, daha başka garip ve bilinmeyen türlere de rastlanırmış…
Kahin, balıkların cinslerini belirtir ve buna göre rahip aracılığıyla kişiye kehanetini söylermiş… Kahin ne zaman geliyor?? Rahiple ikisi farklı kişiler mi?? neden kahin, kehanetini kendisi değil de bir rahip aracılığıyla iletiyor??? Benim çözemediğim şeyler…
Yada balıklar üç kez su kanalında toplanırmış, eğer balıklar kendilerine atılan eti parçalarsa bu kehanetin yapıldığı kişi için iyi, kuyrukları ile geri çevirirse de kötüye işaret kabul edilirmiş…
Diğer bir yöntemde, rahipler oturup balıkları izler ve balığın nasıl kıvrılıp büküldüğünü, birbirlerini nasıl kovalayıp, birbirlerinden nasıl kaçtıklarını gözlemleyerek kehanetin niteliği konusunda karar verirmiş…
Apollon Surius tapınağı, bir kehanet merkezinin ana yapısı olması nedeniyle belli kült kuralları çerçevesinde dor düzeninde inşa edilmiş küçük bir tapınak… yapının kuzey ve doğu duvarları büyük oranda ayakta… batı duvarı ve ön cephesi ise ne yazık ki çökmüş…
Etrafta, az da olsa tapınağın süslemeli mimari parçaları görünüyor…ama çoğunun su altında kaldığı da bir gerçek…
Yapının içine girip, başımızı kaldırdığımızda üst üste dizili blok taşların sıralanışı ve günümüze kadar ulaşabilmiş olması o kadar etkileyici ki…
Tapınağın iç duvarlarına çeşitli yazılar, figürler, hatta bir haç motifi kazınmış…
İlginç olan şeyse, bu yazıtlarda yazanlara göre tapınağa yapılan bağışlar Apollon’a değil, Anadolu kökenli bir başka güneş tanrısı olan, insanları zor durumdan kurtaran, gören ve bu nedenle her şeyi duyan sıfatını taşıyan Sozon’a ithafen yapılırken, bir yazıtta da Rodoslu tanrı Zeus Atabyrius’un adı geçiyormuş…
Sozon ve Apollon ikisi de güneş Tanrısı olduğu için bir tutulan Tanrılarmış… araştırmacılar, Rodos kökenli kabul edilen Zeus Atabyrius’un burada saygı görmesini ise olasılıkla gemilerin yakındaki limana uğraması ve kutsal alanın ziyaret edilmesiyle başladığı, zamanla bu kültün geliştiği şeklinde yorumlamışlar…
Kaynaktan akan sular Tapınağı çevrelese de, O şimdi uzaklarda kalmış denize dönmüş yönünü, özlemle bakıyor sanki…
Kehanet, Apollon, Rahipler deyince aklıma William GOLDİNG’in, Delphi’de, Apollon adına kehanette bulunmak üzere Pythia, yani Delfi Kahini olarak seçilen, Arieka isimli genç kızın öyküsünü anlattığı “Çatal Dil” isimli romanı geliyor... romanda Pythia tapınağa gelip, kendisinden kehanette bulunması beklendiğinde, “... Apollon? Orada mısın? Yoksa avlanmaya mı çıktın?? Yada bir defne ağacını kovalıyor olabilir misin?? Apollon sana inanıyorum. Bilmek istiyorlar. Her biri sana hediye getirmiş. Cevap verecek misin?” diye sesleniyor... sonra gelenlere kendince şiirsel üslupta bir şeyler söylüyor... yanındaki Apollon rahibinin derdi ise gelenlerin tapınağa yaptığı bağışlar, kendine ve tapınağa bırakılan hediyeler...
Sura'ya da kim bilir, kimler ne umutlarla geldiler??? Yanlarında neler, ne hikayeler getirdiler??? ne buldular??? Tapınağın içindeki yazıları dilekleri gerçekleşti de tekrar gelip mi yazdılar?? Yada kendileriyle ilgili kehanetler hoşlarına gitti de mi yazdılar???? Rahipler, yada kahin gelenlerin psikolojine, nüfusuna, unvanına göre mi yorumladı balıkları??? Mutsuz gönderdikleri oldu mu??? Hiç bilemeyeceğiz… cevapları zamanda önümüzdeki su gibi akıp gitti...
Eh bizim de gitmemiz, yola devam etmemiz gerekiyordu… ben açıkçası, suyun olmadığı vadinin doğusundan, rahatça döneceğimizi düşünüyordum... ama Bılı’nın dediğine göre, yukarıdaki yol şevinden aşağıya taş düşme ihtimali varmış... bizim yönümüz, suyun yönüymüş😊
Farklı zaman ve yerlerde, birkaç kez suya düşmüş olmam nedeniyle suyu geçerken, korkmadım değil... O yüzden, Bılı’nın desteğiyle önce Nilüfer, sonra da ben geçtim sudan...
Etraf o kadar güzel, kuş ve çeşitli böcekler, kelebekler dışında öylesine sessiz ve huzurluydu ki... uzaklaştıkça, geriye dönüp dönüp bakmak, geçmişin izlerine, bir umutla bu limana yanaşıp dileklerde bulunanlara veda etmek istiyordu insan...
Antik dönemin Curius balıkları, hala tapınak çevresinde yüzüyor ve Tapınaktan uzaklaştıkça sürü halinde bizi takip ediyordu…
Yukarıdan izlemesi bile o kadar zevkliydi ki... sürüler halinde hızlıca geçip gidiyorlar...öyle antik yazarların bahsettiği gibi balinalar, testere balıkları tabii ki yok...o zaman oldukları bile şüpheli zaten😊 Ama Bılı’nın dediğine göre, çevreden bayağı balık tutmaya gelen oluyormuş...
Dönüş birazcık zorlu... ama, sulak alanın getirdiği farklılıkları da içeren doğa güzel, Bılı’nın sohbeti güzel, daha ne olsundu ki… hiç yorulmadık...
Yolumuzun üzerinde yer alan antik dönemde kullanılmış bir zeytin işliği beni görmeden geçemezsiniz diyor...Onu da kırmıyor, bir fotoğrafla belgeliyor, geleceğe taşınmasına vesile oluyoruz...
Zeytin işliğini geçip, çayın doğuya doğru ayrıldığı kısımda verdiğimiz molanın ardından yola devam ediyoruz...
Çay, doğuya yönelince, yolumuz düzleşiyor ve etraf birdenbire değişiyor...Kum zemin üzeri deniz börülceleriyle doluydu... buraya sahilden de kolay ulaşılır, nasıl olsa gelir toplarız diye geçip gidiyoruz...
Çay bize doğru tekrar yöneldiğinde iyice kıyıya yaklaşmış durumdaydık... Herşey gerimizde kalmıştı...
İnternette bulduğum, 1989 yılında çekilmiş bir fotoğrafla karşılaştırıldığında kıyının hiç değişmediği, hatta biraz daha yeşerdiğini (muhtemelen mevsim nedeniyle), hurma ağaçlarının büyüdüğünü görmek mutlu ediyor beni...
Bizi karşıya ise, çay üzerindeki ahşap bir köprü bağlıyor...
Köprü aynı zamanda Likya yolu yürüyüş rotasının Andriake’yi Üçağız’a bağlayan bağlantı noktası...
Likya yolu denince de çadırlarıyla mola vermiş yürüyüşçüleri görmek şaşırtmıyor bizi...
Karşımızda Akdeniz, gerimizde bataklığın ötesindeki mistik Sura... Köprüde yorgun ayaklar temiz havayla buluşmayı, biz de Akdeniz’i izlemeyi hak ediyoruz biraz ...
İlk günkü Rotamız kumsalı takip ederek, Bılı’nın mekanı Andriake Camping de içtiğimiz sade bir Türk kahvesiyle sonlanmıştı…
Ertesi sabah, hava pırıl pırıldı… bir gün önce arabamızı park ettiğimiz noktadan, bu kez Sura’yı, meşhur Likya mezarını ve çevresini, merdivenlerini kullandığımız rahiplerin isimlerinin yazılı olduğu rahipler alanını keşfe çıkacaktık…
İlk durağımız, altı ev tipi, üstü lahit olan Mizretije isimli bir Likyalıya ait olan anıtsal mezardı…
Mezar, 1967 yılında da fotoğraflanmış… günümüzdeki durumuyla karşılaştırıldığında, ev tipi mezarın güneydoğu cephesinden açılan yeni delik dışında pek bir değişiklik görünmüyor... aynı görkemiyle yerinde duruyor ve Vadiyi, ufuktaki Akdeniz’le birlikte izlemeye devam ediyor...
Mezarın hemen güneydoğusunda kimi araştırmacının, rahiplerin barındığı yapılara ait olduğunu düşündüğü, kiminin de açık hava tapınım alanı/rahipler alanı dediği bir mekana geçiyoruz...
Kaya duvarlarında, çelenklerle süslenmiş kült stellerinde, Vadinin içinde yer alan Apollon Surius Tapınağında görevli rahiplerin isimleri yazıyor… binlerce yıl önce taşa yazılmış isimlerin, nesiller sonra okunabiliyor olması insanın tüylerini diken diken ediyor…
Sistem nasıldı diye insan hayal kurmaya başlıyor… rahipler burada yaşıyordu da, karşıdan tapınağa giren gemiyi görünce merdivenlerden kehanette bulunmak için aşağıya mı iniyorlardı?? Karayoluyla gelen ne yapıyordu?? Randevu usulü mü çalışıyorlardı, yoksa yılın belli zamanlarında mı sadece kehanette bulunuyorlardı..?? Kahin ayrı, rahip ayrımıydı?? Sadece birisi mi bakıyordu, yoksa sırayla mı?? Gelenlerin nasıl bir bağışta bulunması, yada hediye vermesi gerektiğiyle ilgili asgari bir şey varmıydı?? Kehanet tutmayınca, gelip rahipleri buluyorlar mıydı?? 😊 gibi bir sürü soruyu günümüz mantığıyla düşününce olmuyordu işte😊
Çelenkler içerisinde yer alan kısımdaki yazıları, araştırmacılar 1889 yılında okumuşlar… M.S. 3. yüzyıla tarihlendirilen bu yazıtların Türkçesini ben bulamadım…
Çelenkli yazıtların doğusundaki yazılarla ilgili ise maalesef hiç fikrim yok…
Ama, kentteki, M.S. 2. yüzyıla tarihlendirilen ve en ünlü tanrı Surios Apollon’un ömür boyu rahibi olarak anlatılan Suralı Rahip Antigonos’a ait onurlandırma yazıtının Türkçesini bulabildim😊 ama o yazıtından da yerinden emin değilim😊
Mehmet ALKAN’ın yaptığı çeviriye göre, yazıtta “…En gözde tanrı Surios Apollon’a, Likya halkının metropolis’i Myra’nın boule ve demos’u, en ünlü tanrı Surios Apollon’un ömür boyu rahibi, tanrının rahipliğini hali hazırda muhteşem bir şekilde sürdüren, otuz yaşından beri tapınağın yöneticiliğini yapan, bütün memuriyetleri ve ikinci derecedekileri de yerine getirmiş olan pek soylu dedelerinin ve büyük dedelerinin soyundan gelen Makedon oğlu Arkhembrotos’a kadar 24 yıldır rahiplik yapan, baş tanrı Eleuthera bayramının agonothetes’liğini, boule ve demosun haznedarlığını ve yazmanlığını yapan, valiler tarafından kentin şahit tutulması için eşrafını ağırlayan, en onurlu yaşlıların gymnasiarkhes’liğini yapan ve prytanis olarak görevde bulunan, Mouser’in kızı Myralı Lykia diye de bilinen iyi soylu karısı Platonis için imparatorların haznedarlık vazifesini yerine getiren, Myralı Lysimakhos olarak da tanınan Antigonos oğlu Antigonos’u bir kez daha heykelle onulandırdı. Rahipliğin sonraki süresine de çocukları ve torunlarını yazacak…” yazıyor…
Anlaşılan bizim Antigonos'un on parmağında on marifet varmış:))
Anıt mezardan sonra, tepede kilisenin göründüğü yukarı akropole çıkıyoruz..
Sura diğer Likya kentleri gibi, mezarlarıyla iç içe yaşayan bir kent… her yerde lahitleri, mezarları görmek mümkün…
Kapağında aslan motiflerinin yer aldığı lahit de, 1967 yılındaki durumunu aynen koruyor…bekçiliği ise koyunlar yapıyor…
Tepenin eteklerinde yer alan sarnıç bugün de kullanılıyor ve hayvanların hizmetinde… sevgili koyunlar susuz kalmıyor böylece😊
Akropolden, aşağıda görünen Apollon tapınağının da yer aldığı vadiyi uzun uzun seyrediyoruz... Vadi 1967 yılında nasılsa bugün de öyle… ama 2000 yıl önce??? Bilmiyoruz... sadece hayal edebiliyoruz... gelen gemileri, karmaşayı... sesleri duymaya çalışıyoruz... Sura'nın seslerini...
Sura, güzel bir bahar mevsiminde, kapılarını açtı, seslerini dinletti, balıklarını izletti, kokularını koklattı bize...
Tadı damağımızda, aklımız Sura'da kaldı...Tekrar gitmemiz için, mazerete gerek yok ama daha toplanacak deniz börülcelerimiz, sonradan yayınlarda rastladığımız, kendini göremediğimiz Sura'lı kaya kabartmamız var... Sura bizi bekler....
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Hakan TİRYAKİ “Emekli Kahvesi” bloğu, “Bir Unutulmuş Likya Kenti: SURA”, 2011
Ertuğ ÖNER, Demre Çayı Deltasının Jeomorfolojik Gelişimi ve Myra Antik Kenti, Limanı ve St. Nicholaus Kilisesi, 2001
Ceren PİLEVNELİ, M.S. IV-VII Yüzyıllarda Myra (Lykıa) ve Egemenlik Alanında Hıristiyanlık, 2013
Ed. Nevzat ÇEVİK, Arkeolojisinden Doğasına Myra/Demre ve Çevresi, 2010
Nevzat ÇEVİK, LİKYA KİTABI, 2015
Prof. Dr. Nevzat ÇEVİK, Dr. Hüseyin Sami ÖZTÜRK, Sura Likya’da Bir Kehanet Merkezi, Aktüel Arkeoloji, 2011
Gülşah YÖRÜK, İnanç Turizmi Potansiyeli Açısından Demre’nin Değerlendirilmesi, 2010
Mustafa KOÇAK, Lykia Apollonu ve Kehaneti, 2016
Mehmet ALKAN, Klasik Çağdan Erken Bizansa Myra Kenti ve Teritoryumu, 2013
Sedat AKKURNAZ, Anadolu’daki Dor Düzenli Tapınaklar, 2007
Eugen PETERSEN und Felix VON LUSCHAN, Reısen In Lykıen Mılyas Und Kıbyratıs, 1889
Hüseyin S. ÖZTÜRK, Haluk Perk, Haluk Perk Müzesinden Bir Grup Sozon Adak Sunağı, TULIYA 2, 2005
George E.BEAN, Eski Çağda Lykia Bölgesi, 1976
Sencer ŞAHİN, “STADIASMUS PATARENSIS, Likya Eyaleti Roma Yolları, 2013