AYŞE FEYİZOĞLU
Görüntülenme: 8676

AYŞE FEYİZOĞLU

ANTALYA´NIN İLK KADIN KÜLTÜR VE TURİZM MÜDÜRÜ
Söyleşiyi Yapan: Senem Yıldırım
Yer: Ayşe Feyizoğlu’nun evi, Şirinyalı Mahallesi-Antalya
Tarih: 04.12.2015

Galeri

Söyleşi


Sizi tanımakla başlayalım
Ben 1943 yılında Bandırma’da doğmuşum, o dönem babam orada askerlik yapıyormuş. Askerlik bitince Aksu’ya dönmüşüz. İlkokulu Aksu’da bitirdim. Beş sınıf bir aradaydık, ayrı sınıf yoktu. Ondan sonra biz Antalya’dan ayrıldık. Bu yüzden eski günleri daha iyi bilirim oradaki. Babam Antalyalı, annem İstanbulludur.

Bize annenizden söz edebilir misiniz? Annenizin İstanbul’dan Antalya’ya ilk gelişi nasıl olmuş?
Annem İstanbullu bir ailenin kızı, 1940 yılında İstanbul Üniversitesi’nde tıbbiyeyi bitiriyor. Annemin babası ve dedem de doktormuş. Annem böyle bir ailede büyüyor ve tıbbiyeyi bitirince çalışmak üzere Ankara’ya gidiyor. Ankara’da kaldığı evin sahipleri Hasan Ali Yücel’in yakınlarıymış. Hasan Ali Yücel’e Annemden söz edilince gelip beni görsün demiş. Annem görüşmeye gidince Hasan Ali Yücel ona “Biz okullar kuruyoruz, sizlere de çok ihtiyacımız var, bizimle çalışın” demiş. Annem o dönem 23 yaşında bir kız ve hiçbir yeri tanımıyor bu nedenle tereddüt etmiş. Bunun üzerine Hasan Ali Yücel ona “Bana hemen şimdi cevap verin çünkü vatan sizi bekliyor, vatanın size ihtiyacı var, bu okullar yaşamalı” demiş ve projenin öneminden söz etmiş. Konuşmalarla annem iyice ikna olmuş ve köy enstitülerine tayin olmaya karar vermiş. Anneme Aksu hakkında bilgi verirken okulun maketini göstermişler. Annem o maketleri olmuş bitmiş zannediyormuş. Sonra Antalya’ya gelmek üzere yola çıkıyor ne büyük zorluklarla. Burdur’a kadar trenle geliyor. Antalya mebusu Rasih Kaplan ve heyeti annemi karşılamışlar tren garında ve onu alıp Antalya’ya gelmişler. Bir İstanbul kızı olarak annem mantar topuklu pabuçları, eldivenleri ve dedemin hediyesi olan şapka bavulu ile 23 yaşında bir hanım. Antalya’da sokağa bir çıkmış ki o zamanda Antalya’da sokakta kadın yok, annemin peşine çocuklar takılmış “Teyze, sen Zati Sungur’un karısı mısın?” diye Zati Sungur kim biliyor musunuz? Meşhur bir illüzyonist, o yıllarda çok meşhurdu. Annemin giysisi o çocuklara çok farklı geldiği için böyle söylemişler. Annem Antalya’da bir gece kaldıktan sonra ertesi gün akşama doğru onu Aksu’ya götürmüşler. O Ankara’da gördüğü maketleri göremeyince “Darülacezeye mi geldik?” demiş. Yapılmış bir okul var sanıyor Aksu’da hâlbuki orası karanlık bir sokak, ot yok ocak yok, yapılmış bir bina yok, ışık yok, elektrik yok. Ufak barakalar varmış sadece. Müdürün odasındaki masanın üzerine yatak kurup orada yatırmışlar annemi. Annem o gece ben buralarda barınamam diye düşünmüş ama sabah kalkmış, kapının önünde işte o ilk öğrenciler, kiminin elinde havlu kiminin elinde ibrik, takunya, sabun annemi bekliyorlar. Hadi kalk biz seni çok bekledik şeklinde bir tezahürat falan. İşte o hikâye böyle duygusal bir karşılaşmayla başlamış. Ondan sonra annem ömrünün sonuna kadar vazgeçemedi. Hayatını hep köy enstitülerinde, daha sonra öğretmen okullarında devam ettirdi. İşte onlar idealler kuşağı, hakikaten farklı bir kuşak. O günün şartları bugün yok. Bugün de farklı şeyler var ama o yıllarda yeni kurulan bir ülkede herkese yapılacak çok iş var. Herkes çok duygusaldı o yıllarda. Büyük bir heyecan vardı. Annem o heyecanı ömründe hiç kaybetmedi. Biz kaybettik bazen ama o kaybetmedi. Büyüdüğüm zaman bir seferinde yine Aksu’ya gitmiştik. Kapıdan girerken “Anne bu kadar yıl dağlarda koşuşturdun, milli eğitim bakanı senin buraya heykelini dikecekmiş” dedim. Bana dedi ki “Ben kendi duygularımı çocuklarıma geçiremedim ne yazık ki. Biz hiç heykel olmak istemedik, o heykelleri taşıyan kaideler olmak istedik. O kaide olmazsa heykel olur mu?” Hakikaten o nesil hiçbir zaman öne çıkmayı, bir şeylerin üstüne basmayı, vitrinde olmayı istemedi. Hep sahici şeylere inandılar ve inandıkları gibi yaşadılar. Onlar öyle bir nesildi.

Anne ve babanız nasıl tanışmış?
Annem Aksu’ya başladığı zaman ailesini de getiriyor. Babaları ölmüş, bir annesi, bir anneannesi, bir kız bir de erkek kardeşi var. Bunlar Antalya’da ev kiralıyorlar. Kiraladıkları bu ev babamların evinin yanındaymış, bahçeleri komşu. Annem o gün için aykırı bir tip olduğundan hemen duyuluyor. Annemin o yıllarda motosikleti var, ulaşım aracı falan yok çünkü. Antalya’dan Aksu’ya her sabah motosikletiyle gidip geliyor. O tarihte bırakın Antalya’yı Türkiye’nin her yeri için bir kadının motosiklet kullanıyor oluşu müthiş bir şey. Annemin her sabah çok erken saatte kalkıp gidiyor oluşu babamın babası olan Şükrü Dedemin dikkatini çekiyor ve diyor ki “Bu zamana kadar sabah namazına hep ben sizleri kaldırdım ama yan tarafta bir kız var, o kaldırıyor namaza beni”. Bu arada benim amcam Sabri Aksay da eczacıydı. Belki de Antalya’nın ilk eczacılarından biri. Annem Aksu Köy Enstitüsünün ilaçlarını o eczaneden alıyor. Dolayısıyla onunla da tanışıyorlar. Babam avukattı adı Şahap Kervancıoğlu. O sıralar Ankara hukuku yeni bitirmiş, avukatlık stajı yapıyor. Amcamın eczanesinde karşılaşıyorlar ve âşık oluyorlar birbirlerine. 

Babanız nasıl bir aileden geliyor?
Dedem Hacı Şükrü (Aksay) Osmanlı zamanında dava vekili olarak çalışıyor. Cumhuriyetten sonra avukatlık belgesi alıyor ve Antalya Barosu’nun kurucusu oluyor. Dedem ve amcamın soyadı Aksay, babam ise Kervancıoğlu soyadını seçmiş. Dedeme ben yetişemedim ama anlatılanlardan tanıyorum. Aydınlık, dirayetli bir adam. Bütün çocuklarını okutuyor o yıllarda. Amcamı Sakız adasına göndermişler Galip Kahraman ile birlikte. Amcam eczacılığa girmiş, Galip Kahraman tıbbiyeye girmiş. Tabi o yıllar Sakız adası Osmanlı toprakları içerisinde. Daha sonra Galip Kahraman Antalya belediye başkanlığı yaptı.

Anneniz o dönem için çok dikkat çekici bir insan acaba bu durumdan şikayet ettiği oluyor muydu?
Hayır, annem insan seven bir kadındı. Dağları, taşları, ovaları, insanları seven bir kadındı o. Farklı bir yapısı vardı. İlgiden de bunalmıyordu. Sadece köy enstitüsünün değil civardaki tüm köylerin doktorluğunu yaptı Antalya’da. Hiçbir şeyden yüksünmedi.

Antalya’da çalışırken ne gibi zorluklar yaşamıştı?
Çok zor şartlarda çalışıyorlardı. O zamanın koşulları farklıydı. Sivrisinekle mücadele ederken kendisi de sıtmaya yakalanmış mesela hem de kız kardeşime hamileyken. Bunun dışında bir ara Serik’te oturuyorlar babamın işlerinden dolayı. Oturdukları evin alt katında nalbur dükkanı var. Ben varım o zaman ilk çocuk olarak, ikinci kardeşim doğacak ama ebe yok, kimse yok. Kim doğurtacak? Annem kardeşimi evde kendi kendine doğuruyor. Ertesi sabah bir Yörük geliyor dağlardan ve anneme “Yetiş doktorum, oğlumun kulağını akrep ısırdı” diyor. O zamanlar buralarda akrep hikâyesinden insanlar ölüyor. Annem diyemiyor ki ben dün gece doğum yaptım. Köylü yalvarıyor aslan gibi oğlum ölecek diye. Annem iniyor aşağıya, o köylünün getirdiği ata biniyor ve dağa gidiyor hastayı kurtarmak için. Alt katlarındaki nalbur anlıyor tabi olayları. Bir gün önce kocaman karnıyla gezen kadın ertesi sabah karnı inmiş, ata biniyor. Hemen koşa koşa gelip kocaman bir at nalını annemin boynuna takıyor nazar değmesin diye. Yani böyle özveri ile çalışmışlar o yıllarda. Emeklerinin karşılığını hayattayken aldı annem. Hep çok sevildi. Hala tüm öğrencilerine minnettarım. Bütün öğrencileri yazdıkları kitaplarda annemden övgüyle bahsediyorlar. Onunla ilgili anılarını anlatıyorlar. Annem aynı zamanda çok iyi bir eğitimciydi. Öğrencilerini hep çok iyi noktalarda görmek isterlerdi. Evde biz çocuklarına karşı da öyleydi. Mesela bizim yemek seçmemize izin vermezdi. Bir keresinde evde ıspanak pişmiş, biz yememişiz kardeşlerimle. Biz beş kardeştik, evde bize bakanlara sordu annem neden bu yemek yenmedi diye. Biz de sevmediğimizi söyledik kardeşlerimle. Annem “Hayır bu yemek yenecek. Bu gün ıspanak buluyorum onu yiyeceksiniz, yarın taş bulup önünüze koyacağım onu yiyeceksiniz” dedi ve evde bir hafta ıspanak çıktı yemek olarak. Bir daha “Biz bunu yemeyiz” deme lüksümüz olmadı. Eğitimcilik evde de devam ediyordu. Neyi doğru biliyorsa onu çevresine yansıtmaya çalışıyordu, ikircikli bir yapısı yoktu. Annem yaptığı her şeyi inançla yaptığı için hiç pişmanlık duymadı hayatında. Aksu’da çalıştı, yaklaşık on yıl kadar Arifiye’de çalıştı sonra tekrar Aksu’ya döndü ve 1976 yılında emekli oldu. Ben hiç onun “Canım sıkılıyor” dediğini duymadım hayatım boyunca ki can sıkacak çok şeyler yaşıyor insan. Annem derdi ki “Arkasından azgın boğa kovalayan insanın canı sıkılmaz”. Koşmaktan sıkılmaya vakti yoktu.

O dönemin şartlarında bir İstanbullu olarak Antalya’ya gelip bu şartlarda çalışmayı kabul etmek çok takdir edilesi bir davranış.
Evet, işte o dönemde ülkenin içinde bulunduğu koşulları görmek ve bir şeyler yapabilmenin bu yoldan geçtiğine inanmak o kuşağın özelliği. O her zaman o köye ve o köylü çocuklara inandı, çok da doğru yaptı. Köy enstitülerinin o günkü programlarına bakarsanız çok ünik ve bu ülkeye özgü. Hasan Ali Yücel zamanında bütün Yunan klasikleri çevrilmişti. Benim ta üniversitede okuduğum kitapları onlar enstitüde okuyorlardı. Hem bunları öğreniyor hem de ülke gerçeklerine uygun bir eğitim alıyorlardı. Amaç, gelişmiş insan yaratmaktı. Bugün 70-80 yaşlarına gelmiş enstitü mezunlarına bakarsanız hepsi de hala çok güzel bir Türkçe konuşuyorlar. Onlara yüksek Türkçe eğitimi verildi çünkü. Ömrü kısacık olan köy enstitülerinden bu kadar edebiyatçının çıkması boşuna değil, bir temeli var bu işin. Dağlardan, çayırlardan topladıkları çocuklar ufacık bir itina ile ne hale gelmişti. Ben inanıyorum ki köy enstitüleri amacına uygun olarak ve geliştirilerek bugüne taşınsaydı bugün ülkemizde yaşadığımız sorunların hiçbirini yaşamazdık.

Siz ilkokulu Aksu’da bitirdikten sonra eğitimize nerede devam ettiniz?
İlkokuldan sonra İstanbul’a gittik. Yatılı okullara gittim İstanbul’da. Önce Çamlıca Lisesi’ne daha sonra Erenköy Kız Lisesi’ne gidip oradan mezun oldum. Biz İstanbul’da okurken annem Adapazarı Arifiye Öğretmen Okuluna tayin olmuştu Aksu’dan. Üniversiteden 1968 yılında mezun oldum, annem tekrar Antalya’ya dönüş yaptı. Ben de bir yıl sonra Antalya’ya döndüm. İstanbul Üniversitesi Arkeoloji bölümünde okudum, son sene devam mecburiyetim yoktu, sadece tezimi hazırlayacaktım. Tezim de “Perge’nin Mimarisi ve Heykeltıraşlığı” gibi iddialı bir konuydu ve benim hocam Arif Müfit Mansel Perge’de kazı yapıyordu. 1946 yılında başlamışlar orada kazı yapmaya. Jale İnan da orada kazı heyetindeydi.

Arkeolojiyi bölümünde okumaya nasıl karar vermiştiniz?
Her şey rastlantılarla oluyor. Ben üniversite sınavlarına girdim, o yıllarda her bölüm ayrı ayrı sınav yapıyordu. Ben eczacı olmak istiyordum. O zamanlar en yüksek puanla eczacılık alıyordu ve kazanamadım. Başka birkaç bölüm kazanmıştım ama üzülüyordum niye giremedim diye. O yıllarda annelerimizle giderdik bu sınavlara. Annem de yanımdaydı benim. İstanbul üniversitesinin büyük binasında ilan ediliyordu sonuçlar. Arkeolojinin hocaları Arif Müfit Mansel ve Jale İnan annemin arkadaşlarıydı. Hatta Jale Hanım, annemin liseden sınıf arkadaşıydı. Perge kazısı sebebiyle Aksu’da da hep beraber olunca hadi onlara gidelim senin havan değişsin diye beni onların yanına götürdü. Arif Bey bana baktı “Bu küçük hanım niçin ağlıyor Bedia Hanım?” dedi. Annem de benim eczacı olmak istediğimi ama kazanamadığımı, o yüzden ağladığımı söyledi. “Ne eczacılığı efendim o küçük bir arkeolog. Girecek fakülteye ve arkeolog olacak” dedi Arif Bey. Aksu’da kazılarda büyüdük ya biz ona gönderme yapıyordu. Olur mu acaba dedik, olur tabi dedi. O gün benim kaydımı yaptırdı ve ben öylece arkeoloji okudum.

Öğrencilik yıllarınızda katıldığınız kazılardan söz eder misiniz?
Üniversitede öğrencilik yıllarımda Van Çavuştepe’de bir Urartu kazısına katılmıştım. Afif Erzen vardı orada hoca olarak. İlkçağ kürsüsünün profesörüydü. 1965 yılında Van’ın Çavuştepe’sinde kazıya gitmek benim için müthiş bir tecrübeydi. Başka bir yüzyıl, başka bir dünyaya gitmiş gibi oldum oraya gidince. Çok zor şartlarda kazı yapıyorduk biz o yıllarda. O zaman hiçbir şey yoktu Van’da. O kadar yoksulluk vardı ki. 60 haneli bir köydü orası. Ben köylerde büyüdüm ama orası benim için bambaşka bir dünyaydı. İklim de zor olduğu için yaşam çok zordu. Evler derslerde gördüğümüz tarih öncesi evlere benziyordu. İnsanlar çok zor şartlarda yaşıyordu. Biz de kazı ekibi olarak orada bulunduğumuz sürede ilkel şartlarda yaşıyorduk. Olanaklar çok kısıtlıydı. Ekip olarak oraya gitmeden önce hoca bize neler yapmamız gerektiğini, neler götürmemiz gerektiğini söylerdi. Yaz aylarında göz hastalığı ve ishaller çok yaygındı. Biz ilaç götürüyorduk. Benim doktor olan dayım vardı ondan bir valiz ishal ilacı ve göz damlası alıp gelmiştim. Kazı sonrasında orada vizite yapıyordum köylülere. Oradaki yoksulluğun boyutu çok fazlaydı. Kazı ekibindeki herkes köylülerle iyi ilişkiler içindeydi. Her sene orada kazı yapıldığı için köylüler ona alışıktı, bekliyorlardı. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, 1990’da turizm bakanlığının rehber kursu kapsamında rehber adaylarının Anadolu gezisi vardı. O gezinin başında sorumlu kişi olarak bulunuyordum ve Van’a da gittik. Benim 1965’te gördüğüm Van ile 1990’da gördüğüm Van arasında dünya kadar fark vardı. İnanılmaz bir değişim vardı.

Perge’de Arif Müfit Mansel ve Jale İnan ile çalışmak nasıldı?
Harika bir şeydi. Onlar çok büyük hocalardı. Arif Bey derse girerdi, elinde hiç ders notu olmazdı ve hiçbir düşük cümle yapmadan bütün dersi anlatırdı ve o ne güzel ders anlatmak. Bir dönemi anlatacaksa her kültürü anlatarak giderdi. Derya gibi bir hocaydı o. İnanılmaz yetişmiş hocalardı onlar, çok farklıydılar. Jale İnan ise çok özel, hakikaten çok değerli bir kadındır. Çok severek bu ülkeye çok şey kattı onlar. Bu kazılar dar imkanlarla yapılıyor. Zaman kısıtlaması var, en sıcak aylarda çalışılıyor yani epeyce fedakârlık isteyen bir şey. Eskiden Aksu’da kalırken o zamanlar Jale İnan’a Jale Teyze diyorduk. Annemin İstanbul’dan yakın arkadaşı olduğu için sık sık enstitüye geliyordu Jale İnan. Yazın kazı ekibi bizim eve geliyordu, annem onlarla hep iç içeydi. Davetler, ziyafetler, keyifler… Çok güzel zamanlar yaşandı orada.

İstanbul’da okuduğunuz yıllarınızda üniversite olaylarına katıldınız mı?
Tabi katıldık. Onun için ben bugünün gençlerini çok iyi anlıyorum. 1968’de olaylar başladı. Zaten biz olaylar yüzünden ağustosta mezun olduk. Haklı birtakım isteklerle çıkmıştı bu olaylar. Hakikaten kitaplar yoktu. Not tutturuyordu hocalar. Yurt sorunları da vardı ve tüm bu sorunlara bir başkaldırı olarak başlamıştı, sonradan daha politik hale döndü. 1968 olayları romantik bir şeydi. Okulda olaylar başladı, biz de mezuniyetle uğraşıyoruz bize “Siz mezun oluyoruz diye gençlik hareketlerine ihanet mi ediyorsunuz?” dediler. Ben mezun olacaktım, bu olayların içine girmenin âlemi yoktu ama girdim.  Kimse bana hain diyemez diye okul işgaline katıldım ben. Gece okulda kaldık. Fen fakültesini biz işgal ettik, hukuk ve tıbbiyeyi değerleri. Ertesi sabah öğrenci konseyi amfiye bütün hocaları topladı. Hocalar sıralara biz kürüye geçtik. Biz bir kuruluz, kürsüye çıkmışız isteklerimiz var. İstekler anlatılıyor bangır bangır. Ben zabıt tutuyorum ama mezun olacağım hocalarım karşımda. Ben hakikaten öğrenci hakları elde edilsin diye oradaydım. 1968 yılında böyle başlamıştı hareket. İçinde siyaset vardı ama iktidara yüklenen bir hareket olarak başlamadı. Öğrencilerin sorunlarına çare aranıyordu. Daha sonra şekil değiştirdi.

Turizm bakanlığında çalışmaya nasıl başladınız?
Van’daki kazıdan döndüm 1966 yılıydı ve annem Antalya’ya geri dönüş yapmıştı. Benim de devam zorunluluğum olmadığı için İstanbul’da kalmam için bir neden yoktu ama ben İstanbul’da kalmak istiyordum. O zaman bir amcam vardı milletvekili. Ona gidip İstanbul’da bir müzeye tayinimi yaptırmasını istedim. O da bana turizme girmemi söyledi. Ben turizmin nasıl yazıldığını bile bilmiyordum. Turizm ne ki? Haberim bile yok. Uzun vadeli düşünmüyordum, yeter ki bir zaman İstanbul’da idare edeyim. Ben bir sene İstanbul turizm bölge müdürlüğünde memur olarak işe başladım. Yazın iznimi aldım ve Perge’ye geldim kazıya. İznim bitip geri dönme vaktim gelince hoca “Önce okulunuzu bitirin ne çalışması” dedi bana. Ben de gittim Antalya postanesinden istifa ediyorum diye telgraf çektim. Senenin sonunda mezun oldum, yapacak bir şey kalmadı ve Antalya’ya geldim. Antalya’da ilk turizm müdürü Atalay Tüzün vardı ve Frankfurt’a tayin edilmişti. Beni onun yerine Antalya’ya turizm bölge müdürü yaptılar 1969 yılında. Üç sene kadar çalıştım burada ama çok deneyimsizdim. Antalya’daki turizm de çok yeniydi, hiçbir şey yoktu. Alanya’da 2000 yatağa kadar ulaşılmıştı ve Alanya Türkiye’nin en önemli turizm merkeziydi düşünebiliyor musunuz? Turizm lafını yeni yeni öğreniyordu insanlar. Çalıştığım o üç senede büyüdüm birdenbire çünkü gücünüzün üzerinde bir şey yükleniyor üstünüze. Hayatımın en güzel ve daha sonraki zamanlara yön veren önemli bir dönemidir o.

Eşinizle nerede tanıştınız?
Eşim İstanbul üniversitesinde jeoloji okuyordu, ben de arkeoloji. Bir aşk hikâyesi vardı yani, bu yüzden kalmak istiyordum İstanbul’da. 1971 yılında evlendim ve tekrar İstanbul’a döndüm. Bu sefer çok uzun yıllar İstanbul’da çalıştım. En son İstanbul’da turizm il müdür yardımcısıydım. Terfi etmem gerekiyordu ve Antalya’da müdürlük boşalmıştı. Ben de talep ettim Antalya’ya gelmeyi. Beni 1997 yılında buraya gönderdiler. 1997’den 2003 yılına kadar Antalya’da il turizm müdürü olarak çalıştım. 2003 yılında emekli oldum.

Van’da da kazılara katıldığınızı söylemiştiniz, o dönem Van’daki yaşantı ile Antalya’daki yaşantı arasında nasıl farklar vardı?
Van’da iklim koşulları çok sert olduğu için yaşam koşulları daha zordu ama yoksulluk Antalya’da da vardı. Ben on yaşlarındayken Aksu’dan Antalya merkezine babaannemlere gelirdim ve şehirde bile ekmek dilenenler dolaşırdı. Çakşır denen çuhadan şalvar giyerdi onlar. 1952-53 yıllarında dahi ekmek dilenen dilenciler vardı. Ülkemiz bu noktalara bir eli yağda bir eli balda gelmedi, çok büyük yoksulluk vardı. O yoksulluk nedeniyle bazı köylüler çocuklarını şehirdeki ekonomik durumu daha iyi olan ailelere evlatlık olarak verirdi. Çünkü besleyemezlerdi çocuklarını ve hiç olmazsa aç kalmasın, birinin yanında bakılsın diye verilirdi. Babaannemin evinde evlatlık vardı ama benim annem öyle bir şeyi kabul etmediği için bizim evimizde evlatlık müessesesi yoktu.

Babaannenizin evi neredeydi?
Vilayet var ya taşındı, onun tam üçgen köşesindeydi. Şimdi orada ufak bir park var, onun kenarında babamın evi vardı. Biz de oraya bina yapmıştık. Altında pizzacı vardı yakın zamana kadar. Ev oradaydı. O binayı ve parkı içine alıyordu. Eski bir Kaleiçi eviydi. O yıllarda eski evlere sahip çıkalım, eski şehri koruyalım, yeni şehri biraz dışarda yapıp mevcudu muhafaza edelim düşüncesi hakim değildi. O zamanki bilgimiz o kadardı ve o bütün eski mahalleler yok edildi. İyi bir niyet ama bilgi eksikliği diyebilirim şimdi.

Babaanneniz nasıl bir kadın?
Adı Zeliha, Antalyalı bir ailenin kızı. Benim adımın başındaki Z oradan geliyor yani. Babaannemin babası Kasap Osman ama kasaplık yapmıyormuş. Hayvan sürüleri varmış, celeplik yapıyormuş. Babaannemler beş kız kardeşmiş ve hepsi çok güzelmiş. Kızın biri dedemle evlenmiş. Diğer bir kızı Bileydi’lerin Mursi ile evlenmiş. Biz Bileydi’lerle kardeş torunlarıyız. Babaannem çok güzel bir kadındı ben yaşlılığını hatırlıyorum.

Antalya’nın bu hızlı değişimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Değişim olmadan gelişme olmuyor. Benim bildiğim Antalya minnacık bir yerdi. Hayat değişti, imkanlar değişti.  Türkiye’de yerleşme ve planlama konusunda bir özrümüz var bizim, bir türlü bunu aşamıyoruz. Antalya çok güzel bir şehirdir. Genç kız gibidir, bir basma elbise giydirirsin dünya güzeli olur.  Keşke Antalya’nın güzelliklerini daha iyi muhafaza edebilseydik. Antalya’yı bu güne daha iyi taşıyabilirdik. Bir kabiliyet eksikliğimiz var mevcudu korumada. Değişimi engellemek mümkün değil bunu biliyoruz ama daha bilimsel ve estetik olabilirdi bu büyüme. Mesela Lara bölgesi sonradan şehirleşti en azından buralar daha iyi yapılabilirdi.

Çalıştığınız yıllarda kadın olmaktan kaynaklanan bir olumsuzlukla karşılaştınız mı?
Belki şanslı bir bakanlıkta çalıştığım için böyle şeylerle karşılaşmadım. Turizm bakanlığı 1965 yılında kurulmuş elit bir bakanlıktı. Her şey yeniydi ve insanlar heyecanlıydı. Türkiye’nin turizme açılması bir umut olarak görülüyordu. Bakanlıkta da çok değerli insanlar vardı. Bizim bakanlıkta kadın çalışanlar ve yöneticiler hep vardı.

Günümüzde kadınların toplumdaki yeri konusunda ne düşünüyorsunuz?
Kadının statüsü bugün dahi olması gerektiği yerde değil. Kadınlar hayatın içinde daha çok yer aldıkça hak ettikleri şeylere daha kolay ulaşabilecekler. Çalışma hayatında da bir erkek egemen yapı var. Her ne kadar cumhuriyet kadınlara çok büyük özgürlük ve haklar getirmişse de durum böyle. Her şey kadının ekonomik özgürlüğü ile bağlantılı. Kadınlar çalışma hayatında daha çok yer aldıkça bu eşitsizlik yıkılacak. Mesela bir iş yerinde on personelden iki tanesi kadınsa o iki kadından birinin başa geçme şansı çok az. Çok olağanüstü olacak ki bütün bunları aşıp bir yere gelsin. Ama beş erkek beş kadın çalışan olsa bunların hakları eşitlenecek. Kadınlar son yıllarda çalışma hayatına daha fazla girdi. Eskiden, benim üniversiteyi okuduğum yıllarda üniversite okuyan kız çocukları doktorluk, eczacılık veya öğretmenlik gibi bölümlerin dışında bir şey okuyorsa okulunu okusun ondan sonra iyi bir evlilik yapıp evinin kadını olsun denirdi. Yani eğitimli bir ev hanımı olsunlar istenirdi. Okudun mu? Okudum. Çalışıyor musun? Diye sorduğunuzda “Yok, Allaha şükür çalışmıyorum, çalışmamı gerektiren bir şey yok” diye konuşulurdu. Ekonomik yönden iyi durumdalarsa kadının çalışmasına ihtiyaç yok düşüncesi vardı. Çalışanı yadırgamıyorlardı ama aileler kız çocuklarını çalıştırmamayı tercih ediyorlardı.

Sizin çalışmama gibi bir düşünceniz oldu mu?
Hayır, olmadı çünkü benim annem izin vermedi. Annem derdi ki “Okullarınızı bitireceksiniz, altın bilezikler kollara takılacak, dik duracaksınız ondan sonra istediğiniz kişiyle evlenin”. Kimseye muhtaç olmadan kendi hayatını kendin yaratacaksın. Böyle bir şeyle büyüdük biz onun için benim öyle zengin koca hayallerim olmadı.
 
AYŞE FEYİZOĞLU