HATİCE BOZTEPE
Görüntülenme: 9377

HATİCE BOZTEPE

FOTOĞRAFÇILIKTA BİR KADIN GÖZÜ
Söyleşiyi Yapan: Ebru Nalan Sülün
Yer: Hatice Boztepe’nin evi, Topçular Mahallesi, Antalya
Tarih: 6.11.2015

Galeri

Söyleşi

Antalya’da fotoğrafla tanışmanız nasıl oldu?
Ben Aksu Öğretmen Okulu’nda okudum. Hemen öğretmen olsun diye ailem oraya yönlendirdi. Üniversite hakkımız yoktu. Ancak öğretmen yetiştiren kurumlara girebiliyorduk. İki aşamalı sınavla Gazi Eğitim Enstitüsü fen bölümünü kazandım. Fakat o zamanlar siyasi olaylar çok yoğundu. Yurtlarda kalmak zordu, yer bulunamıyordu. Bu süreçte Gaziantep ve Isparta gibi yerlerde yeni okullar açıldı. Bize dendi ki arzu ederseniz sizi o okullara aktarabiliriz. Büyükşehirde yaşam şartları zor olduğu için Isparta’yı seçtim. Aileme yakın, hafta sonları gidebileceğim bir yerdi. Mezun olduktan sonra kura çekildi ve benim ilk tayinim Sinop/Ayancık lisesine çıktı. Orada çalıştım birkaç yıl. Bu arada benim basit bir fotoğraf merakım var ama o dönem herkeste makine yok. Bu nedenle arkadaşlarla birlikte bir yere gidince beni de çek, beni de çek diyorlardı. Onları çekmekten ve onlara fotoğraf bastırıp dağıtmaktan yoruldum. Ben en iyisi bu fotoğraf işini bırakayım dedim. Sonra Antalya Arapsuyu Ortaokulu’na tayinim çıktı, oraya geldim. Antalya’ya gelince Antalya Belediyesinin bir kurs afişini gördüm. Fotoğraf sanatı temel eğitim kursları diye. Erhan Bayramoğlu Hoca veriyordu kursları. O kurslara biz katıldık ama film banyo edecek tank bile yoktu. Erhan Hoca sigara içmez ama film banyo ederken filmin ne kadar geliştiğini karanlık odada bize göstermek için sigara yakardı. Sigara ışığında kontrol ederdi. Sonra biz öğrendik ki film banyo eden tanklar varmış. Tank edindik. Arkadaşlarım da hayli meraklıydı ve sonra herkes kendi evinde millet uyuduktan sonra tuvalete banyoya biz karanlık oda yapmaya başladık. Herkes yatıyor, biz gece yarılarına kadar çalışıyoruz. Gece vakti telefonlaşıyoruz şu kadar dakika tuttum da, şu oldu da, bu oldu da diye. Derken rahmetli Halit Uluç’la tanıştık, çok büyük bir fotoğraf ustasıydı ama sergi açmadı. O öldükten sonra Erhan Hoca ile ikimiz onun karanlık odasına girip sergisini açtık. Mimardı kendisi. Halit Uluç Bey İkinci hocamızdı bizim. Hepimiz aynı mahalledeydik hemen hemen. Bir gurup oluşturduk, her hafta sonu çekime gidiyoruz, çekimden sonra birbirimizin fotoğraflarını çekiyoruz, gittiğimiz yerlerde çekiyoruz. En büyük zevk, banyo edilecek bir siyah beyazın olmasıydı. Filmi bitirmek yani. En heyecanlı yerdir benim için. İşte Halit Bey bu şekilde bize katkıda bulundu. Haftada bir gün buluşup kritik yapıyorduk. Fotoğrafa siyah beyaz bakmayı, filmlerin özelliklerini ve inceliklerini, baskıda hangi kartı hangi banyoyu kullanmamızın daha doğru olacağını araştırmayı öğrenmeye başladık. Bizim baskılar da hayli düzeldi tabi.

Bir yandan da öğretmenliğe devam ediyordunuz
Evet, öğretmen olduğum için olanaklarım azdı. Ben artık arabada banyolar, kartlarla dolaşıyorum. Bu arada Yavuz Selim Lisesinde resim-iş öğretmeni Yaşar Gürler ile tanıştım. Yaşar Gürler de fotoğrafa meraklı ve edebiyat öğretmeni arkadaşı Ali İhsan Görmez ile fotoğraf stüdyoları vardı. Yaşar Gürler karanlık oda kurmuştu çalıştığı okulda. Gidiyorum oraya film banyo yapıyorum, baskı yapıyorum. Bu fotoğraf çalışmaları bu şekilde sürerken ben tüm birikimimi artık fotoğrafa yatırmaya başladım. Küvetler aldım, tanklar aldım, kimyasalları öğrendim. Bir de kardeşim o zamanlar Almanya’daydı üniversiteyi orada okudu ve malzeme de getirtebiliyorum. Derken işi büyüttük. Yaşar Gürler dedi ki Antalya’da fotoğrafa meraklı insanlar var. Ben vardım, Yaşar Gürler vardı, onun arkadaşı Ali İhsan Görmez vardı ve onların bir mimar arkadaşları vardı: Safai Özer. Onun kendi bürosunda da film banyosu olduğunu ve bu işlere meraklı olduğunu Yaşar Ağabey söyledi. Onunla da tanışalım dedi, tamam dedim. Fotoğraf severler olarak bir araya gelelim dedik ve biz beş kişi bir araya geldik. Ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. O zamanda sergi açmanın maddi yükü de çoktu. Bireysel sergi açmanız, bireysel birikim yapmanız çok çalışsanız da zordu. Bu 1980’li yıllardı. O yıllarda ben temel eğitim kursunu bitirdim.

Gurup A’nın kuruluş öyküsünü anlatır mısınız?
Gurup A’nın kuruluşu 1985 diyebiliriz. Gurubun adı tartışmalar sonucu koyuldu. Çok fazla fikir vardı, bir başlangıç olarak düşündük A’yı. İlk sergi tarihimiz 1985 ama ondan önce bir araya gelmemiz var. Tanışma, grup olma, grubumuza isim verme süreçleri oldu. Birikimlerimizi ortaya koyduk. Safai Bey’in karanlık odasını kullanmaya başladım. Çünkü annemlerle birlikte yaşıyordum o dönem ve kendime ayrı bir oda kurmam zordu. Derken çok yoğun şekilde fotoğrafçılığın içerisine girdik. Öyle ki, bu sefer teknik işler gündeme gelmeye başladı. Okulda dersten çıkıp gece yarılarına kadar bu işlerle uğraşıyordum. Farklı yöntemleri siyah beyazda denemeye başladık. Değişik ve güzel şeyler çıktı gerçekten. Böylece kendimize bir grup deyip Grup A’yı oluşturduk. Gurup A hemen İstanbul ve Antalya’da sergiler açmaya başladı. Beş kişilik bir guruptuk. İstanbul’da güzel sanatlar galerisinde bütün sergilere katılmaya başladık. 1985’ten itibaren çok yoğun sergi çalışmalarımız oldu. Konya’ya bile sergi götürdüğümüzü hatırlıyorum ben.

Antalya’da geçmişte hangi önemli fotoğrafçılar vardı?
Antalya’da geçmişe baktığımız zaman Halit Uluç var. Halit Bey’in çocukluk arkadaşı Aydın Üçok büyük bir portre ustasıydı. O dert ederdi fotoğraflarını banyoda iz çıkıyor, kireç lekesi kalıyor diye ta Arapsuyu’na kadar gidip su getirmiştir film banyo ettirmek için. O kadar kafaya takmıştı. Evinin terasında Foto Liman diye bir karanlık odası vardı kendine ait ama bu isimler hiç sergi açmadı. Halit Uluç’un sergisini ölümünden sonra Erhan Hoca ile ben gerçekleştirdim. Bir de Yılmaz Kaini var fotoğrafçı. Bir süre Antalya’da yaşamış ve burada fotoğraflar çekmiş. Ondan öncesine ben gidemedim, vardır başka isimler. Profesyonel fotoğrafçılar mutlaka var ama sanat anlamında çalışan var mı başka bilmiyorum.

ANFAD nasıl kuruldu? Ne gibi faaliyetleri oldu?
Özellikle Safai Özer ile oturduk, bu böyle olmayacak dedik. Birilerinin yetişmesi lazım, biz kendi çapımızda çalışıyoruz bir şeyler oluyor ama bir dernek kuralım fikri doğdu. Dernek kurmaya yeltendik. Diğer arkadaşlar da sıcak baktı aslında ama bir yerde sıkıntılar vardı. Ben fen bilgisi öğretmeniydim. O yıllarda Faruk Tugayoğlu’na gelmiştim. Ali İhsan Bey edebiyat öğretmeniydi, Erhan Hoca çalışıyordu. Bizler devler memuru olduğumuz için derneğe üye olamıyorduk, o zamanki yasa öyleydi. Biz yönetimde yer almadık sadece Yaşar Gürler ve Safai Özer yer aldı. Halit Uluç yönetime girmek istemedi ama bizi çok destekledi, onur üyemiz oldu. Ondan malzeme desteği, fotoğraf dergileri desteği aldık. Olanakları genişti, birikimi de fazlaydı ve bize o tür yardımları çok yaptı. Dolayısıyla yönetime girecek arkadaş derdine düştük. En yakın arkadaşlarımızdan sanata meraklı Himmet Öcal’a rica ettik. Bazıları kabul etti bazıları etmedi. Eczacı bir arkadaşımız vardı Akın Savaşeri. Ona rica ettik kabul etti. Hiç fotoğrafla ilgisi yoktu, hepsi kendi dallarında başarılıydı. Güleç Güven diye iktisatçı bir arkadaşımız vardı onu da yönetime aldık. Derneğe çok emekleri geçti Güleç’in. Böylece Gurup A sürmedi çünkü 1986’da bahsettiğim arkadaşlarla ANFAD’ı kurduk resmi olarak. ANFAD’da fotoğraf eğitimlerine başladık. Biz de orada bizzat ders veriyorduk. Çok öğrenci yetiştirdik o fotoğraf atölyesinde. Dernek başkanı Safai Özer oldu. Yine gurup A’nın elemanları olarak çalışıyorduk dernekte. ANFAD’a artık insanlar gelip karanlık odada çalışmaya başlamıştı. Sonra giderek çok üyemiz oldu, onlar da kendilerini geliştirip çekim gezilerine katılmaya başladılar. Grafiker olarak Himmet bizim logomuzu çalışmaya başladı ve çok güzel oldu. Derneğimiz büyüdükçe diğer derneklerle olan ilişkilerimiz yoğunlaştı. Ulusal Saydam Şölenlerini biz başlatmıştık. O dönemin ünlü fotoğrafçıları gelip Antalya yat limanında gösteri yaptılar. Bizden sonra dernek bunu devam ettirmedi. Açıkhava tiyatrosunda gelip geçenler izliyordu bu fotoğrafları. Türkiye’de ne kadar fotoğrafçı varsa geliyordu. Çok öğretici, ufuk açıcı bir iş oluyordu. İşte ANFAD’ın gelişmesi böyle oldu.

Gurupta başka kadın fotoğrafçı var mıydı?
Gurup A’da tek kadın bendim. Başlangıçta bazı kadın arkadaşlarımız vardı ama onlar fotoğrafı bıraktı sonradan, sergi de açmadılar. Dernekte de yer almadılar.

Sanat evi binasını alıp restore ettirme fikri nasıl doğdu?
Benim aslında ticari yaşamım da var. Kardeşlerimin bir aile şirketi vardı Demeter adında. Ben de bu şirketin ortaklarındandım. Narenciye ihracatı yapılıyordu. Ben bir yandan öğretmenlik yapıyordum, fotoğrafçılığı hiç bırakmadım, bir yandan da kısmi zamanlı olarak o şirkette çalışıyordum. Başarılı bir şirketti bu, ödüller aldı. Sonra kardeşlerim başka işlere geçmek durumunda kaldılar. Başka ortaklıklar oldu işleri genişletmek gibi. Bu arada zaten sanat evi olacak binayı almıştık. Kardeşim Almanya’da ticaretle uğraştığı için olanakları iyiydi. Kaleiçi’ndeki bu evi ben ilk gördüğümde yatırım olur dedim kardeşime o da bir gelişinde geldi baktı ve alalım dedi. Aldık ama restore etmek lazım ve bu çok meşakkatli. Safai Özer'in bir mimar olarak binaya karşı duyarlı olacağını biliyordum. Restorasyon işini o üstlendi. Restorasyon çalışmaları başladı, yıl 1987-1988’di. Derken burası çok güzel sanat evi olur dedik. Kardeşim hala yurtdışındaydı ve böyle bir oluşum olursa sen bizzat sorumluluk alır mısın? Dedi. Safai’ye de önermiş. Ben kabul ettim. Antalya için çok iyi olur ama oturur mu oturmaz mı? Zaten kazanç amaçlı düşünmedik. Daha doğrusu kazanamayacağımızı biliyorduk başlangıçta. Derken “Tamam, yapalım” oldu. İki yıl restorasyon sürdü, aslına uygun yapıldı. Bağdadi bir yapıydı. Büyün bina soyuldu yerine yenileri olduğu gibi çakıldı. Alt ve üst katlarda ısı yalıtımı çalışmaları yapıldı. Zaten bina aslına uygun restore edildiği için çok güzel yandı diyebilirim. Bu sanat evi yandığında tam oturmaya başlamıştı. İnsanlar resmin bir değer olduğunu anlamışlar, sergilere gelmeye başlamışlardı.

Neler yapılıyordu sanat evinde?
Atölye çalışmaları vardı fotoğraf ve resim alanında. Sonra bir ara Tufan Dağıstanlı geldi ve seramik çalışması yapıldı. İmza günleri, sergiler, söyleşiler, şiir ve öykü akşamları yapılırdı. Her gelen ressamın söyleşisi olurdu. Etkinliklerimiz toplam 27 ay sürmüş ve bu sürede 257 etkinlik yapılmış sanat evinde. 2-3 güne bir etkinlik olurdu. Kaleiçi Sanat Evi dörtten sonra açıktı. Ben dersten çıkıp geliyordum. Akşam yemekleri veriliyordu, kafe gibiydi aynı zamanda. Akşamüzeri işten çıkan ve sürekli gelen arkadaşlarımız vardı. Bahçede oturup müzik dinleyip veya bir etkinliğe katılıyordu insanlar. Mesela şehre Yaşar Kemal gelmişse sanat evine uğrardı. Dünyaca ünlü piyanistlere büyük oteller sponsorluğunda resitaller de düzenledik. Yani dışarıya da açılıyorduk. Biz yerel sanatçılara yer vermedik genelde. İnsanlar kendi dallarında söyleşiler yaptı ama resim konusunda yerel sanatçılara yer vermedik. Bunun nedeni hem oradaki sanatçıların ufkunu açmak, hem de Ankara’da İstanbul’da İzmir’de yaşayan çok ünlü, birikimi olan ressamları görme olanağı yaratmaktı.  Çok büyük bir emek vardı, özveri vardı. Örneğin ben okuldan çıkar patates soğan alırdım mutfak ihtiyaçları için. Sonra etkinlik hazırlıklarını yapardım. Gece yarısı serigrafi makinesi ile sergi davetiyesi basardık ortağımla.

Aklınızda kalan önemli sergiler hangileridir?
Fikret Otyam, Cemil Eren, Yusuf Katipoğlu, Ahmet Müderrisoğlu, İbrahim Çiftçioğlu, Umur Türker… Şimdi bazılarının adını sayamazsam ayıp olur. Zeynep Eren, Maria Kılıçlıoğlu da vardı. Muhittin Selamet sanat danışmanımızdı, aynı zamanda resim atölyesini o yürütüyordu. Kendisi hala Antalya’da yaşıyor. Muhittin Bey’in oradaki resim atölyesi çalışmalarında onlarca ressam yetişti. Ama yeterli oldular, ama yetersiz oldular. Sonuçta ANSAN’da sergiler açtılar sonra. Hala sürdürenleri vardır zannedersem. Yani çok iyi bir şey oluşmuştu sanat evinde.

Kimin sergisini açacağınıza kim karar veriyordu?
Bazen gelişen şartlar belirliyordu. Bazen de sergi açıp da çok memnun kalan insanlar bizi arkadaşlarına öneriyordu. Onlar bizi arayabiliyordu. Sanat danışmanımız Muhittin Bey’e soruyorduk yine de. Bunun okulunu okumuş sonuçta.

Sanat evi kurulunca ANFAD ile ilişkileriniz nasıl devam etti?
Sanat evi döneminde bir boşluk oldu ama ANFAD ile ilişkimiz kopmadı. Sanat evi yandıktan sonra da ben yola devam ettim, bireysel sergiler açtım. Makine yok, hiçbir şey yok, hiçbir geçmiş yok, çalışılan siyah beyazlardan bir kare bile yok ama tekrar oluşturdum. Düşünsenize en yoğun çalıştığınız dönem her şey yok oluyor. Üç bine yakın dia yandı, onlar benim dialardı. Ortağımın ayrı evi vardı ama sanat evi benim evimdi, orada kalıyordum. Birikimlerimin hepsi gitti. Ders notlarıma kadar gitti. Düşünün şimdi diş fırçalayacaksınız fırçanız bile yok.

Sanat evi nasıl yandı?
Kaleiçi’nde bazı evler o dönemde yakılmaya başlandı. Bizden bir hafta önce karşımızdaki ev yandı mesela. Hatta oradaki kıvılcımların bizim çatıya gelmesinden ve sanat evini yakmasından endişelendik. Sonra başka yerler yakıldı ama baktığımızda hep restore edilmemiş, boş kalmış evler. Biz o boş evlere tinerciler girmiştir o nedenle yangın çıkmıştır diyorduk. Derken bunlar böyle bir dizi devam etti. Hep de restore edilmemiş, içinde insan olmayan yerlerdi. Biz de rant için yakıldığını düşündük bu binaların. Çünkü restorasyon çok zor. Yakılınca da restorasyon izni alabiliyorsun ve daha kolay hem de ucuz restore ettirebiliyorsunuz. Bizim gibi böyle tahtaları tek tek sökerek yapmıyorlar artık yanınca. Biz de bu nedenle rant çevrelerinin yaktığını düşündük. Pazartesi günleri bizim sanat evinin kapalı olduğu günlerdi. O gün okuldan geldim, hava yağışlıydı. Üzerimi değiştirdim ve sadece pazartesileri annemi ziyarete gidebildiğim için anneme gitmek üzere evden çıktım. Kaleiçi’nde restorasyonlar yapan Nejat Üreğen aradı beni. Sanat evinin yandığını söyledi. Annemden paldır küldür arabaya atlayıp geldim. Ben gelene kadar alevler yükselmiş zaten. Alev alev yanıyordu. Gazeteciler çekim yapıyordu. Benimle daha sonra röportajlar yaptılar. Yani böyle baktım kaldım. Ertesi gün okula gideceğim eteğim yok, hiçbir eşyam yok. Orası benim evimdi.

Aynı zamanda kalacak yer de mi vardı?
Orası hem sanat evi hem sanatçı misafirhanesiydi zaten. Sanatçılar o ortamda yaşamayı çok seviyordu. Bizim için de gelen konukların sanat evinde kalması kolaylık oluyordu her bakımdan. Mesela Aziz Nesin’i Talya Otel’de ağırlamak durumunda kalmıştık. Rahmetlinin geldiğinde izdiham olmuştu sanat evinde. Bina göçecek sanmıştım o zaman. Söyleşiye ben bile giremedim. Sanat evinden fazla kazanç elde edemiyorduk. Giderleri çoktu. Ancak her sanatçı artık bizde sergi açmak için can atıyordu. O noktaya gelmiştik. Herkes artık atölyelere katılmak için hevesleniyordu. Hatta bazıları daha mekanı görmeden telefon edip yer ayırtıyordu. Oturmaya başlamıştı aslında işler. Belki zamanla para da kazanacaktık. Bazı yayın kuruluşları çekim yaptılar ama sadece yanışı çektiler. Yani bunun önemi ve kaybın büyüklüğü basında fazla yer almadı. Sonrasında Antalyalılar çok eksikliğini hissettiler ve bir sanat evi furyası başladı ama aynı şekilde olamadı.

Sizce kim yaktı sanat evini?
Bakın o gece orada ben yokum, arabam da yok. Demek ki yine insanın olmadığı bir anı gözlüyorlardı ve ilk defa restore edilmiş bu sanat evi de yanınca dedik bu rant falan değil, bu başka bir şey. Faili meçhullerden biri oldu. Çok fazla teori atıldı ortaya, herkes olası bir failden söz etti. Yangının olduğu gece Antalya’da bir polis arabası tarandı. Bazı insanlar acaba dikkati o tarafa kaydırmak için mi polis arabasını taradılar falan dedi. Bunu araştıran, bununla ilgili yazı yazan bir Allah’ın kulu olmadı. Sadece facia anlatıldı. Biz daha sonra bizim güvenliğimizi sağlamaktan sorumlu olduğu için İçişleri Bakanlığını mahkemeye verdik, bir sonuç alamadık tabi. Sonra Kültür Bakanlığı bize o dönemin parasıyla elli milyarlık yardım yapmayı teklif etti ancak gelecek bilmem kaç yılda yapacağınız etkinliklerin programlarını bize gönderin dedi. Biz ne etkinliği yapacağız ki? Sanat evi kül olmuş, oturacak bir sandalyesi dahi kalmamış. Ne etkinliği? Biz o yazıyı olduğu gibi yangın sonrası çekilen fotoğraflarla birlikte bakanlığa geri gönderdik. Sanata meraklı bazı arkadaşlarımız bir yardım kampanyası başlattılar sanat evi için. Çok sayıda sanatçı bizim yararımıza sergiler açtı ve birçok STK bizim için yardım topladı ama devletin hiçbir kurumundan yardım görmedik. Bu insanların tüm çabaları neticesince belli bir para toplandı. Yangın olduğunda sanat evinde Yusuf Katipoğlu’nun sergisi vardı. Televizyondan yangını duyunca atlayıp gelmiş vah eserlerim yandı diye. Onun sergisi bitmişti, Su Yücel’in sergisini açacaktık. Yusuf Bey çok üzüldü tabi eserlerinin yanmasına, onun çocukları gibi bu eserler. Epey uğraşıldı yardım kampanyalarıyla sanat evi için. 36.400 TL toplandı. Bu paranın üzerine ortağım Safai Bey ile yarı yarıya para ekleyip 59.000TL’ye tamamlayarak Yusuf Bey’e tüm eserleri satılmış gibi ödeme yaptık liste fiyatından. O toplanan paralar oraya gitti.

Kaleiçi halkı ile aranız nasıldı?
Halktan bize bir şey diyen olmadı, sadece yan komşumuz biraz agresifti. Ara sıra müzik sesinden şikayet ederdi ama çok büyük bir sorun yaşamadık. Mesela Fikret Mualla’nın sergisini açtık o dönem. Kimse o eserleri bir arada toplayamazken Paris’ten eserlerini getirdik Kaleiçi’ne. İnsanlar bunu bile yeterince izlemediler. Akşama kadar açıktı üstelik. Hırsızlık da olmuyordu çünkü kıymetli olduğunu bilmiyorlardı. Kaleiçi halkını etkinliklere çekmek gibi bir şey başarılmadı aslında. Hep belirli seviyedeki insanlar geldi. Şehrin tanınmış isimleri de sık sık gelirdi.

Nasıl bir ortamı vardı sanat evinin? Etraftan tepki aldınız mı hiç?
Sanat evi bahçesinde sürekli klasik müzik çalardı. Yemek yiyenler olurdu, sergiler, etkinlikler olurdu. Çevreden en ufak bir tepki almadık diyebilirim. Akşamları üşenmeden gazlı fenerler bulmuştuk, onları yakardık.  Kışın mesela küçük mangallar yakılır masalara götürülürdü, insanlar kahvelerini onun üzerinde yaparlardı. Bu şekilde şıklıklarımız vardı. Aşçımız çok güzel işkembe çorbası yapıyordu, o çok oturdu. Sonra annemin süt ve kaymaktan yaptığı Yörüklere özgü toyga çorbası vardı onu da kekik çorbası adıyla yaptı ustamız. Hatta o çorbayla yarışmaya girdi falan. Böyle özgün şeyler de yapıyorduk.

Yerel yönetimle aranız nasıldı Antalya’da?
Yerel yönetimle bir ilişkimiz olmadı, bir sorunumuz da olmadı. Siyasi baskı gördük diyemem ama destek de olmadı hiç. Donkişot gibi iki ortak uğraştık. Kendi yağımızda kavrulduk. Kendimiz yazdık çizdik uğraştık hep.

Bu süreçte sizden başka kadın var mıydı bu işlerle uğraşan?
Dernekte benden başka kadınlar da vardı. Fotoğrafçılığı öğrenmek için gelip giden kadınlar vardı. Derneğe üye oldular sonradan, atölye çalışmalarına katıldılar, kurslara katıldılar ama bu işlerde erkeklerin sayısı daha fazlaydı.

Sanat evinden sonra neler yaptınız? Hayatınızda ne gibi değişimler oldu?
İlk etapta annemin evine geri döndüm ama bağımsız yaşamaya alıştığım için bu eve geçtim. Birikimlerim de gitmişti maddi olarak, kısıtlı bir parayla bu evi döşettim. Duvarlarda resimler ve yerde minderler vardı sadece. Sırayla yaptırdım evin içini. Ortağım Safai Özer fotoğrafı bıraktı ve resim yapmaya başladı sanat evinden sonra. Hatta yerleşebileceği ülke ve köy aramaya başladı kendine ve O gitti. Ben tekrar bir makine ve objektif edindim. Tekrar çekmeye başladım. Burada tekrar kendi çalışma alanımı kurmaya başladım ve ilk kişisel sergimi açtım. Hep Gurup A ve ANFAD karma sergiler oluyordu öncesinde. Toprağın Yıldızları adı altında kişisel sergimi açtım AKM’de. Minicik kır çiçekleri çekimleriydi. Kelebekleri çektim ve onun gösterisini oluşturdum. Eskiden Safai Bey ile ortak sergi açardık. İki fotoğrafçının en iyi çekimleri toplandığı zaman ortaya çok iyi şeyler çıkıyordu. Sergiler o kadar seçiciydi ki mesela sadece al gelincik, ak papatya, yapraklar ya da sadece kelebekler hakkında yapıyorduk. Çok estetik oluyordu bu sergiler. Dialarımda daha çok doğaya yönelik fotoğraflar vardır renkli olarak. Toplumsal konuları ve insanları çekerken siyah beyaz kullandım. Siyah beyazı hala üstün tutuyorum çünkü orada yaratıcı olmak zor. O gri lekeleri görmek, o tonları, negatiften çıkacak sonuçları görmek zevki başka. Kendinizi daha iyi hissediyorsunuz. Emekli olduktan sonra bir süre buralarda fotoğrafla uğraştım ama gitmek istedim Kekova’ya. Emekli maaşıyla orada yaşamaya başladım. On seneyi geçti oraya gidişim. Antalya merkeze gelip gittim, yurt dışı seyahatlerine katıldım, kayağa başladım ama fotoğraf hep sürdü. Oradayken de Beymelek Belediyesi’nin kültür ve sanat danışmanlığını yaptım bir süre. Beymelek’te, Demre’de ilk fotoğraf sergisini açtım. Sanat evinin yanmasıyla yaşam felsefem değişti açıkçası. Artık elimde olanları benden daha fazla yararlanacak insanlara veriyorum. Şuan yine 5000’e yakın dia var ve kullanılmıyor. Antalya’da en az kırk tane gösterim hazırlamışım çeşitli kurumlarda. Çok sayıda ortak ve karma sergiye katılmışım. Bu kadar şeyi o arada nasıl yaptım ben de şaştım. Ben hala ANFAD’a üyeyim ve fotoğraf arşivimi geçen sene oraya hediye ettim. Arkadaşlar yararlansın diye. Çünkü ben bu dijitale uyum sağlayamadım. Bavullar dolusu makinalarım, objektiflerim yandı. Sonra tekrar tüm paramı makinelere verdim. Yeniden kendime karanlık oda oluşturdum. Şimdi gene bavullar dolusu makinelerim ve objektiflerim var. Her şey dijital olmaya başlayınca malzeme bulamaz hale geldim. Şimdi kendi film banyomu yapamaz oldum. İstediğim kaliteyi yakalamakta zorluk çekiyorum. O eski olanaklar yok.

Fotoğraf serüveninizde kadın olmanızdan kaynaklanan bir olumsuzluk yaşadınız mı?
Fotoğraf gurubu zamanlarında bazı arkadaşlarımın eşleri başta biraz spekülasyon yaptı galiba. Tek başına bir kadın ne yapıyor orada? gibi bir takım tatsızlıklar kulağıma gelmedi değil ama sonra alıştılar onlar da herhâlde. “Tek başına bir kadının orada ne işi var? Fotoğraf yapacağız diye geceleri gidiyor karanlık odada çalışıyor erkeklerle. Akşamları erkeklerle gidip toplantı yapıyor” Diye konuşanlar oldu ama ben hayatım boyunca bu tür şeylere çok aldırmadım. Zaten sonradan insanlar tarafından işin gerçeği anlaşılıyor. Şimdi çok fotoğrafçı arkadaşımın eşi var, belki çok kıskançlar ama zaman içerisinde beni tanıyınca hepsi rahatlıyorlar, onlar da dostumuz oluyorlar. Hep birlikte kaynaşıyoruz, yiyip içiyoruz falan. Ben dış çekimlere de erkek arkadaşlarımla gittim mecburen çünkü daha çok erkekler aktif olarak çalışıyordu. Şimdi değişti, çok sayıda foto safariler var ve kadın fotoğrafçıların sayısı arttı. 

Günümüzdeki fotoğrafçılık hakkında ne düşünüyorsunuz?
Şimdi fotoğraf meraklıları arttı ama bizim birikimimizden yararlanmak istemiyorlar. Gelip beni bulmuyorlar mesela. Fotoğrafçılık dijitale geçti. Kaya çekmiş mor, gökyüzü çekmiş kırmızı falan kitsch yani. Günümüzde fotoğraf sergileri arttı, okullar arttı, okuyanlar arttı. Ben de bazen dijital çekmeye çalışıyorum, bilgisayara yüklüyorum ama sevmiyorum. Çünkü birkaç şey bastırmak istedim, bilgisayara yüklüyorum ayrı bir şey, monitörde farklı bir şey, stüdyoya götürüyorum farklı, baskı yapılıyor farklı bir şey. Olmuyor yani.

Türkiye’deki sanatçı olmak nasıldır sizce?
Sanatçı, Türkiye’de her zaman yalnız kalmıştır. Bizler çok şeyden fedakârlık ederek fotoğrafçılığı sürdürdük. Film masrafları, çerçeve masrafları az değildi. Parasızlıktan resimlerini bitiremeyenler olurdu. Bu insanlara malzeme sağlanması, destek olunması gerekiyor. Elbette bunların sağlanması için de eğitim sistemimiz ile sanatsever insanalar yaratmamız gerekiyor.

Sizin sanata olan sevginiz nereden geliyor?
Aksu Öğretmen Okulu’nda okudum orada bize çok güzel bir eğitim verdiler. Çok sesli müzik eğitimi de aldık. Klasik müziği sevmeyi ben orada öğrendim. Aspendos’ta yapılan etkinlikleri hiç kaçırmazdım eskiden. Aksu’da resim ve diğer sanat dallarına çok önem verilirdi. Fotoğraf öğrencileri vardı. Yamen Karaaslan vardı öğretmenlerimizden. Yamen Bey bize boyalardan ara renkleri çıkarmayı bile öğretmişti. O dönemde böyle bir eğitim yoktu başka yerlerde. Ben sonradan sanat evi açınca ziyarete gelmişti Yamen Bey, çok mutlu olmuştu. Zaten Aksu’daki arkadaşlarımdan daha sonra sanata yönelen çok kişi oldu. Annem de Demre bölgesinden okuyan ilk kadın. Aksu Köy Enstitüsü mezunu. Şimdi adına bir okul açıldı annemin.

Kadın sanatçıların durumu konusunda ne söylersiniz?
Erkekler kadınların sanat üretim alanlarını alıyor. Mesela yarışmalarda bakıyoruz birinci isimler var orada yerleri ellerinde bulunduruyorlar. Piyasayı tutmuşlar, yeni yetişen gençlere ve kadınlara yer açmıyorlar. Böyle bir kapma ruhu var yani. Şimdi olanaklar arttı, işler kolaylaştı biraz daha kadınlar için.

Geçmişte çalıştığınız okuldaki arkadaşlarınız ve aileniz sizin fotoğraf tutkunuza nasıl yaklaşıyordu?
Aslında hepsi illallah demişti benim bu fotoğrafçılığım yüzünden. Çünkü okulun etkinliklerine katılamıyordum. Ailem de bıkmıştı aslında. Gece yarılarına kadar fotoğrafla uğraşıyordum. Fotoğrafı bıraktırana ödül bile koymuşlardı. Ailem karşıydı yani. Tabi onlar için bir kız evladı fotoğrafa kafayı takmış, sürekli dışarda. Şu fotoğrafı bıraksa da rahat etsek dediler. Bütün parasını fotoğrafa harcıyor hikayesi vardı bir de. Öncelikler var tabi.

Evlendiniz mi peki?
Evlenmedim. Evlenmem doğrultusunda ailemden bir takım şeyler oldu ama benim rahmetli babacığım evlenmemi hiç istemezdi. Kadın kendi ayakları üzerinde duruyorsa, yiyeceği hazırlayan o, bulaşığı çamaşırı yıkayan o derdi. Karşı çıkmazdı ama hiç istemezdi evlenmemi. Zaten benim önce beynimin doyması lazım. Benim beynim doymuyor, doymadı yani tam. Bir de belli bir zamanı var bu işlerin.

Şimdi neler yapıyorsunuz sanatsal anlamda?
Kekova’daki evimde sarkaçlar yapıyorum, gittiğim yerlerde doğadan topladığım tohumları diziyorum, kendi aydınlatmalarımı, lambalarımı yapıyorum. Toprağı tanıyorum ve bahçemle çok uğraşıyorum. Üretmeden duramama hali devam ediyor. Orada yaşam zor bir de. Kırsal bir yaşam var orada. Kaptan oldum bu arada, bir bot aldım onunla gidip geliyordum. Yeğenim gelip kullanıyordu yazları daha çok. Onu denizde kaybedince botumu sattım. Şimdi karadan çıkıyorum yokuşu. Kano yapıyorum, yüzüyorum. Her ailede olduğu gibi ailemizde de çok acılar yaşadık. Bu yaşananlar da dikkatimi dağıttı tabi. Yaşam mücadelesine girdik. Bazı konularda ayakta kalabilmek, o acıları atlatabilmek zor oluyor. Biraz daha ezoterik felsefeye yöneldim. Mesela geçmişte elimde çok güzel bir Fikret Otyam resmi vardı. Bir arkadaşım çok istedi bu resmi. Nasıl olsa sen onlarla berabersin, bir daha alırsın demesine rağmen vermedim o resmi. Ben sana benzerini yaptırırım dedim ama yangında yok oldu gitti o resim. Keşke verseydim gibi düşünceler oldu. Şimdi olanaklarım daha kısıtlı olduğu halde elimdekileri kimin ihtiyacı varsa, kim sevdiyse ona veriyorum. Kekova’daki yaşamımda ise sürekli bir şeyler üretmeye çalışıyorum, begonvillerim var onlara bakıyorum. Oralı olduğum için Kekova’daki halkla da çok iyi anlaşıyorum. Yalnız yaşıyorum ama inanın canımın sıkıldığı, ne yapacağımı bilmediğim bir an bile olmadı.
HATİCE BOZTEPE