Galeri
Söyleşi
Kimliğinizle başlayalım mı?
İsmim Havva İşkan. Kendi aile soyadımı kullanmayı her zaman tercih ediyorum. Bütün kadınların da kendi aile soyadlarıyla anılmasını doğru buluyorum. Bir evlilik soyadım da var elbet: Işık. Kütahyalıyım, 10 Ekim 1956’da Kütahya’da doğdum, liseyi orada okudum. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümüne gittim. Akabinde Almanya’ya geçtim, orada doktora yaparak eğitimimi tamamladım.
Çocukluk ve gençlik yıllarınızda nasıl bir ortamda yetiştiniz: Aileniz nasıl bir kız yetiştirdi. Elinizde olsaydı hangi cins olarak doğmayı arzulardınız?
Ben dünyaya bir kadın olarak geldiğim için çok memnunum. Ailem Kütahya’nın yerli ailelerindendi, köklü bir aileydi. Onlar bana müthiş bir çocukluk yaşattı. Harika bir çocukluğum oldu sevgi ve saygı doluydu. Bir tarafta babaannemin geldiği yerel gelenek, diğer tarafta dedemin geldiği Balkan kültürü vardı. Çocukluğumdaki sevgi ortamının benim üzerimde etkisi büyüktür.
Üniversite yılları ile bugününüzü ve bugünün üniversite gençliğini karşılaştırır mısınız? O yıllarda kızların üniversite toplumu içindeki yeri neydi? Almanya’da Doktora yaptığınız yıllarda eğitim ve yetişme süreçlerini değerlendirme şansı da buldunuz. O yıllar sizi nasıl etkiledi: Değiştirdi mi?
Ben 1970’li yıllarda okudum üniversitede ve o yıllar ülke siyasetinden kaynaklanan sorunlar vardı. Eğitim öğretim bu siyasi çekişmenin gölgesinde yapılıyordu. Buna rağmen okuduğum yıllarda kız öğrencilere karşı herhangi bir negatif yaklaşımın hiçbir şekilde sergilenmediğini söyleyebilirim. Avrupa’ya gittiğimde aramızda yine de bazı farkların olduğunu gördüm. Oradaki kız öğrencilerin ve genel olarak kadın dokusunun çok daha özgür olmasından ve çok daha rahat hareket ediyor olmasından, çok daha bilinçli bir vatandaşlık düzeyine erişmiş olmasından kaynaklanan farkların elbette ki toplumun tüm kesimlerine olduğu gibi kadın öğrencilere de yansımış olduğunu gördüm. Bu benim hayatımdaki önemli tespitlerden biriydi. Almanya’daki eğitimim bana çok şey kattı. O eğitim bana Alman ekolünün disiplinli çalışmasını, yöntem bilimini kazandırdı. İyi ki de böyle bir fırsat doğmuş oraya gidebilmişim diye düşünüyorum. Avrupa ve Türkiye’deki üniversiteler arasında 1970’li yıllardaki fark ne kadar büyükse bence hala, makas kapanmamış bir şekilde devam ediyor. Bu üzücü bir tespit.
Evlilik ve anneliğin kadınları sınırladığını kişisel ve mesleki başarılarını önleme riski olduğunu düşünüyor musunuz? Hem çocuk yapmışsınız, hem de kariyer: Çok zor olmalı? Sizce hangisi daha çok zararda? Ya da meslek/iş hayatı ve aile birbirinin rakibi midir? Özel-aile hayatınızdaki deneyimlerinizden birkaç örnek çıktı vermek ister misiniz?
Bu bir kadının karşı karşıya kalabileceği en zor soru. Annelik-evlilik ve meslek-iş birbirinin pozitif ve negatif kutbu olarak algılanmamalı. Ben bunun organizasyon problemi olduğuna inanıyorum. Belki içimizde kadın olarak hep bir hicran yarası kalıyor özellikle çocuklarımıza belki daha az ilgi göstermişizdir diye. Onu yok edemiyoruz ama bu çok kadınca ve annece bir duygu. Ben tüm kadınların hem çalışabileceklerini hem iyi bir evlilik yürütebileceklerini hem de iyi evlatlar yetiştirebileceklerini düşünüyorum. Kadınlar güçlü doğuyorlar, dünyaya güçlü geliyorlar. Geriye dönüp baktığımda belki evli olmayan, çocuğu olmayan çok meslektaşımız var belki onlar benden birkaç makale fazla yazdılar ama benim de bir evladım var. Diğer taraftan evladım adına baktığımda belki ben onun zamanını çaldım ama onun da sanırım gurur duyacağı bir annesi oldu. Bunun da farkına varacağını düşünüyorum.
Türkiye’de bilim ve kadın kelimeleri size neler söyletir. Avrupa örnekleri ile karşılaştırır mısınız? Sizce Türkiye’de bilim ve dolayısıyla bilimcinin yeterince önemi var mı?
Yeterince önemi yok. Bilime inanmayan bir ülke burası. Kendi bilim insanına zaten inanmıyor. Bir Türk bilim insanının ağzından çıkan cümle yabancı bilim insanından aynı şekilde döküldüğü zaman o cümle aniden değerli hale geliyor. Maalesef kendi toplumumuzun kendi bilim insanına karşı bir önyargısı var. Bunu kırmamız gerekiyor. Türkiye’nin bu hale gelmesine başka ülkelerden gelen insanlar sebep olmadı. Kendi iç dinamiklerimizi toparlayamadığımız için bu hale getirdik bunu. Bilim ve kadın konusuna gelince ülkemizde bugün çok kıymetli kadın bilim insanları var. Son 20-30 yıldan beri Türkiye’de bilim kadınlarının hem niteliği hem niceliği arttı. Niteliğe baktığımızda neden bu kadar az kadın bilimci ödül aldı? Burada bir erkek hegemonyasından söz edebiliriz ve bunun çok derin sebepleri var. Biz kadın bilimciler olarak ev ve aile ile daha çok ilgilenip bilim adına daha mı az çalışıyoruz? Bu derya deniz bir konu. Kadının kadın olmasından kaynaklanan dezavantajlarını bu noktada kadına verilecek destekle ortadan kaldırabiliriz.
Modern Türk kadını bugünkü haklarını nelere borçludur ve bu haklarını kullanma kapasiteleri nedir?
Tek kelimeyle Atatürk’e ve cumhuriyete borçluyuz. Çağdaş kadın normunun kapısının açıldığı an, Atatürk sayesinde kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ben yaşadığım her gün Atatürk’e ve cumhuriyete şükranlarımı iletiyorum. Bu bir realitedir. Günümüz Türkiye’sinin kadınları haklarının çok azını kullanıyor. Bu eğitim hakkı, vatandaşlık hakkı olabilir. Kadınlar haklarını tam olarak kullanamıyor çünkü yeterince bilmiyor ya da kültürel yapı eğitimle aşılamıyor. Henüz o eğitim de yok. Bilenlerde de aynı sorun var gerçi. Bıkmadan usanmadan bunun mücadelesini vereceğiz.
Jeanne d'Arc, Indira Gandhi, Benazir Bhutto ya da Rosa Luxenburg gibi figürleri düşünürsek Türkiye tarihinde benzeri portreler oldu mu sizce?
Jeanne d'Arc tabi simge isimlerden biri. Bir Fransız, 15.yy’da acı bir ölümle hayatı sonlandırılmış olan, Fransa ve İngiltere arasındaki savaşlara bizzat katılmış olan bir kadın. Daha sonra gördüğü halüsinasyonlar nedeniyle kilise tarafından diri diri yakılarak öldürülen, aynı kilise tarafından 400 yıl sonra da azize ilan edilen bir kadın. Bu çok çarpıcı bir örnek. Din merkezli bakış açılarının bugünden yarına, bu yüzyıldan öbür yüzyıla ne kadar değişebileceğini ve bunun ne bedeller ödetebileceğini gösteriyor. Bir Jeanne d'Arc’ın olduğunu düşünmüyorum Anadolu tarihimiz içinde. Indira Gandhi ve Benazir Bhutto’ya gelince onlar siyaset kadınlarıydı. Biri Hindistan’ın diğeri Pakistan’ın başbakanlıklarını yaptı. En olmayacak gibi görünen iki coğrafyada en olmayacak değişiklikleri hayata geçirdiler, büyük adımlar attılar, çok tartışıldılar. Türkiye’de de kadın başbakanımız oldu ama asla bir Rosa Luxenburg değildi. Rosa Luxenburg benim için çok ayrı bir yerdedir. Dünyayı yerinden oynatan kadınlar kategorisinde tutmak lazım onu. Bir ülkenin başbakanlığını yapmak hiç kuşkusuz çok büyük bir iştir ancak bir Rosa Luxenburg bir kez daha yetişmedi. Bu boyutta kadın felsefecilerimiz var diyemem. Mesela Bedia Akarsu, İoanna Kuçuradi bunlar gerçek bilim insanlarıdır ama bir Rosa Luxenburg yetişmedi. Belki şunun olması gerekiyor: kişinin bilgisinin ve düşüncesinin, yaşadığı dönemle örtüştüğü ya da tamamen zıt olduğu dönemlerde böyle isimler çıkıyor. Bu saydıklarınız, her şeyi tek başına yapan kadınlar. Indira Gandhi ve Benazir Bhutto aileleri ile geldiler, çok üst düzey eğitim aldılar ve cesaretleriyle çalıştılar. Nihayetinde ikisi de öldürüldü. Bu durumları tekil görüyorum. Bireyin içinde taşıdıkları belirleyici kriterler oluyor.
Türkiye’de Kadın ve Aile Bakanı olsaydınız ilk olarak ne gibi sorunları çözmek isterdiniz?
Çocuk kadın evlilikleri ve aile içi şiddeti çözmek isterdim ve bunun için olmazsa olmaz kadın eğitimini çözerdim. Kadınlar için özel olarak eğitim verirdim. Çünkü toplumu oluşturan dinamikleri o kadınların doğurduğu çocuklar oluşturacak. Bu eğitimsizlik bizi mahvediyor. 12-13 yaşındaki çocuk evlendirilmez. Bu bir cinayettir benim gözümde. Mutlaka bunun engellenmesi için çalışırdım. Aile içi şiddet var bir de. Babadan dayak ye, kocadan dayak ye, kayınpederden dayak ye bu nedir? Beni korumak adına kimse beni dövmesin.
Antalya’da Belediye Başkanı olsaydınız kadınlarla ilgili neler yapmak isterdiniz?
Kadın sığınma evleri yapardım. Çünkü kadın sığınma evleri çok az. Çok zavallı durumda olan kadınlarla karşılaşıyorum. Bu kadınların sığınma evlerine ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Antalya’da arkeoloji dışında, içinde bulunduğunuz STK’lar ya da başka resmi kurumlar var: Kente ve halka ne gibi katkılarınız oldu?
İnsanın var olma nedenlerinden biri de içinde var olduğu topluma hizmet olduğuna inanıyorum. Elimden geldiğince kültür ve sanat ağırlıklı dernekler başta olmak üzere pek çok STK’nın içinde bulundum. Antalya Rotary Kulübünün 1994 yılından beri üyesiyim. O kulüpte sağlık ocağı ve toplum merkezi açtık. Köylerde kadınlarla seminerler yapıyoruz. Okuma yazma kurslarını bizzat ben düzenledim, nikâhsız kadınlara nikâh yaptık. Herkesin bir STK içinde olmasını ve bir örgütlü çalışma içinde yer almasını şiddetle tavsiye ediyorum.
Arkeoloji gibi alan çalışmaları -veri üretim aşaması- çok zor olan bir bilim dalında kadın olarak başarılı olmak, uzun yıllardır Antalya sıcağında yazlar boyunca arazide çalışmak nasıl bir şey? Sizce kadına göre ayrı, erkeğe göre ayrı meslekler tanımlanabilir mi?
Güneşin kaç derece sıcak olabileceğini, insan beynindeki hücrelerin güneşe karşı nasıl artık reaksiyon veremez hale geldiğini, vücudundan akacak tek damla terinin bile kalmadığını… Bunların hepsini yaşadık arazide. Ben bu zorlukların kadın ve erkek için eşit olduğuna inanıyorum. Kadınların yapamayacağı meslekler gurubu diye kendi kendimize bir meslekler listesi icat etmemizin yararlı olmadığını düşünüyorum. Kadın ve erkek her işi yapabilirler. Hep sıradan örneği verirler: kadınlar 50 kiloluk çuvalı kaldıramaz. E kaldırmasın! Benim yaptığım oyayı da o 50 kiloyu kaldıran adam yapamıyor kardeşim. Arkeoloji bedenen de insanı yoran bir iş. Arazide çalışıyoruz çünkü. Bunun kıymetini kim bildi kim bilmedi o apayrı bir tartışma olabilir. Biz en başta kendi üniversitemizde her sene göçmen kuşlar gibi yazın başında eşyalarımızı toplayıp kazıya giderken pek çok meslektaşımız tatile çıktığımızı sanıyordu. Biz onlara aldırmadık, işimizi yapmaya devam ettik. Arazide çok enteresan sorular yöneltildi bizlere. Öyle kendimizden geçercesine öyle zor çalıştık ki bizi etraftan gözlemleyen insanlar şunları söylediler: Bu insanlar muazzam paralar alıyor olmalılar ki bu kadar zor bir işi yapabiliyorlar. O insanlara, bizim maaşlarımızdan başka gelirimizin olmadığını söylediğimizde çoğunun inanmakta bugün bile hala zorluk çektiğini biliyoruz. Biz, birileri bize teşekkür etsin diye işimizi yapmadık. Zaten eden de yok. Eski eserler korunsun diye yaptık, iyi bilim insanı olalım diye yaptık. Çevreye zarar verilmesin diye yaptık, kaçakçılık olmasın diye yaptık. Bütün bilgimizi ve bütün potansiyelimizi bu vatan için ortaya döktük, hakkımızı da helal ettik.
Arkeoloji biliminde gerçekleştirdiğiniz işleri/projeleri anlatır mısınız? Arkeoloji tarihiniz boyunca sizi en çok hangi keşifleriniz etkiledi?
Kendi keşiflerimizden beni en heyecanlandıranlardan birincisi oygu mezarlardı. Öbürü de deniz feneridir. Maalesef ben kıymetini bildim de ülke henüz bilemedi ama umarım bir gün hak ettiği yeri bulacaktır. Bunun dışında meclis binası, Stadiasmus Patarensis var. Ve daha pek çok başkaları…
Arkeolojiyi ve Patara’yı birer kelimeyle anlatmak mucize olur mu? Dener misiniz?
Arkeoloji sevgi, Patara aşk.
Arkeoloji çalışmalarının ülkemize ve kentimize ne tür katkıları olduğunu düşünüyorsunuz? Ülke ve kent yönetimleri, turizmciler ya da halkın, bu katkıların yeterince farkında olduğunu ve değerlendirebildiklerini düşünüyor musunuz?
Asla düşünmüyorum. Biz arkeologlar kendisini turizm ve kültür kenti olmaya adamış görünen bir kentte yaşıyoruz ve yaptığımız her eylem, toprağın altından çıkardığımız her bir kalıntı nihayetinde bu güzel şehrin turizmine kültürüne ve tanıtılmasına bir artı değerdir. Ancak bir türlü biz hala turizmin en önemli parçasının kültür olduğunu, deniz güneş kumdan ibaret bir kitle turizminin bu kent için yanlış bir model olduğunu anlatamadık. Bunun çok çeşitli nedenleri var. Kalıcı çözüm üretecek bu arkeologlar ne yaparlar bunca senedir ne buldular biz bundan nasıl yararlanabiliriz diye bir soru sormadılar. Belki sormuş olabilirler ama bunun bize ve meseleye yansıyan tarafı olmadı. Hâlâ bekliyoruz. Muazzam bir il var karşımızda. Ksantos ile başlayıp Gazipaşa’daki Selinus’a kadar gidiyor. Ksantos’u anlatmaya gerek yok zaten UNESCO dünya mirası, Selinus ise Roma imparatoru Trajan’ın öldüğü kent. Arada onlarca doku, onlarca değer var hangisini anlatalım. Bunların her biri tek başına marka değeri taşıyan isimlerdir.
Arkeolojik çalışmaların, alan özellikleri bakımından kentler dışında, halkla iç içe olduğunu biliyoruz. Bu açıdan bakarsak alan çalışmalarında gözlemlediğiniz kırsalda kadın sorunları nelerdir? Ve bir kadın profesör olarak tozun toprağın içindeki halinizi ve özellikle de kimsenin parasız tek bir adım bile atmadığı bir düzende tüm bu ağır işleri bir tek kuruş bile bedelini almadan ve üstelik resmen mecbur bile olmadan gönüllü yapmakta olmanızı acaba nasıl yorumluyorlardır? Bu konuda sizi anlayan, bunca özveriyi takdir eden herhangi biri çıktı mı?
Çok akıllı muamelesi yapmadıklarını düşünüyorum. Ama öte yandan çok iyi ilişkilerimin olduğunun, beni sevdiklerini düşünüyorum. Pek çok sıkıntılarını bana açıyorlar ama çalıştığımız yer turizm bölgesi olduğu için kadınlar yaz aylarını çok yoğun çalışarak geçiriyorlar. İlişkilerimiz biraz zayıfladı bu nedenle diyebiliriz. Yöreden gelen kadınlara iş vermeye özen gösteriyoruz.
Siz bir bilimci olarak ülkeye ve halka çok şey kattınız. Peki, bu verici hayatınız sizin açınızdan nasıl değerlendirilebilir: “Şimdiye dek iyiydi; Tanrım üstü kalsın” diyebiliyor musunuz mesela? Bir arkeologsunuz: Size sorulsaydı hangi dönemde ve hangi ülkede yaşamayı seçerdiniz?
Teşekkür ederim öncelikle. Tamamdır demiyorum daha yeni başladım yapacak çok işim var diyorum. 20 yıl öncesinden daha iyi olduğuma inanıyorum. Bilgim daha fazla vizyonum daha geniş. Artık yaşımın bana kattıklarının ortaya dökülme zamanı. Bu nedenle yeni başlıyorum. Tanrı ömür verirse, fırsat verirse yapacak daha çok işim olduğunu düşünüyorum. Klasik Dönem’de Likya’da yaşamak ilginç olurdu.
İlerde, örneğin 2050 yılında Türk kadınının durumunu nasıl hayal ediyorsunuz?
Bugünden daha ileri gideceğine inanıyorum. Geriye dönüp baktığımızda yukarı doğru giden grafikte zaman zaman duraksama oluyor. Türk kadını bana göre bugün de bir duraksama içinde. Bu grafiğin tabiatında var olduğu üzere tekrar yukarıya doğru çıkış olacağını umut ediyorum. Buna inancım kesinlikle var. Kadınların daha özgür oldukları, her türlü erkek egemenliğinden kendilerini onurlu biçimde kurtardıkları bir gelecek diliyorum. Devletin kadınlara sosyal yardım konusunda çok daha büyük şekilde desteklediği bir Türkiye diliyorum. Kadının hayatını kolaylaştırıcı önlemlerin alınması lazım.
Antalya Kadın Müzesi olarak her yıl Jale İnan Ödülü vereceğiz. Ödülümüzü bu isimle adlandırmamızı aynı meslekten bir bilim insanı olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Bunu duyduğuma çok sevindim. Bu harika bir düşünce. Ben Jale İnan’ın öğrencisiyim zaten. Çok duygulandım şimdi. Benim öğrencilerimle olan ilişkilerimde jale İnan’ın çok önemli bir payı var. Bir anekdot anlatmak isterim; ilk kazımı jale hocanın yönetiminde gerçekleştirdim Side’de. Bir hafta sonu denize gittik çok yorgun olduğum için deniz kenarında uyuya kalmışım ve sırtım müthiş bir güneş yanığı olmuş. Hocam bana iki hafta kendi elleriyle baktı. Sırtıma merhemler sürdü, ilaçlar verdi, beni rahatlatmak için elinden geleni yaptı. Ben o an anladım ki kazı başkanlığı aynı zamanda ana olmak baba olmak, ailenin başkanı olmak ve sorumluluğunu can evinde hissetmek.
Ve standart sorumuz: Antalya kadın müzesi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Müze kapsamında nelerin öne çıkmasını doğru bulursunuz? Önerilerde bulunur musunuz?
Bu harika bir girişim, çok geç kalmış bir girişim. Umarım yakında bir binası da olur, farklı boyutlara taşınır. İçinde kadın olan anne olan çok fazla STK’mız var. Müzenin bunlarla birlikte adım atmasında fayda var ama onların yaptıkları işin dışında bir iş yapmaları gerek. Kadın müzeleri yalnızca kadın sorunlarının anlatıldığı bir yer olmamalı. Kadın müzesi kadınların şu sorunları vardırın müzesi olmamalı. Kadın dünyası, kadınların ilgi alanları anlatılmalı ve dünyanın başka yerlerindeki kadınların yaşamlarını anlatan müzelerle bağlantılar olmalıdır. Bu şekilde çok keyifli olabilir.
Ve son soru: Türk kadınına ne söylemek istersiniz?
Şems-i Tebrizi diyor ki, “bilmeyen için kadın nefs, bilen için kadın nefestir”.