SEBAHAT ÇEVİK
Görüntülenme: 8482

SEBAHAT ÇEVİK

ERKEK İŞLERİNDE BİR KADIN: "DEMİR LEYDİ"
Söyleşiyi Yapan: Yeliz Gül Ege
Yer: Manavgat Belediyesi’ndeki Ofisi
Tarih: 16.12.2015

Galeri

Söyleşi


Bize kendinizi ve çocukluğunuzu aktarabilir misiniz ?

Gümüşhane’de doğdum fakat daha sonra babamın işi dolayısıyla Erzurum’a yerleşmişler. Gümüşhane çok iş olanakları olan bir yer değildir, tarım alanları da az olduğu için. Oradan göç ya Trabzon’a olur, ya da Erzurum’a. Sürekli göç veren bir şehirdir aynı zamanda en yüksek okuma yazma oranına sahip şehirdir. Çünkü insanların alternatifi çok yoktur tarımdan yana. Babam, Erzurum’a yerleşmiş. Biz orada 2 kız kardeş 3 erkek kardeş olarak, her geleneksel Türk ailesinde olduğu gibi sıcak samimi, mutlu bir çocukluk geçirdim. En büyük çocuk bendim ve o büyük olmanın getirdiği zorlukları yaşadım. Annem ev hanımıydı, babam ise iyi ve güçlü bir esnaftı. Babamı genç yaşta kaybettik. Babam hayatımda çok önemli, çünkü benim yaşadığım o dönemde, lise çağlarımda kız çocuklarının okuması biraz sorgulanan bir şeydi.  Yakın çevremizde “Kızlar okumasa da olur, işte lise bitti.” denilen bir çizgi vardı ve o çizgideydim ben. Ama babam aydın bir insandı, insanların ilerde ticaretle uğraşsa, esnaflık bile yapsa bunu okuryazar, bir üniversite mezunu olarak yapmanın farklı bir şey olacağını söylüyordu hem bana hem de kardeşlerime. O yüzden hem bana hem de kız kardeşime okumamız için imkan sağladı. Bunu o günün şartları ile değerlendirmek lazım, şimdi belki biraz ütopik geliyor kulağa “Kız çocuğu okutulur mu ?”, gerçi bazı kesimlerde hala da var bu şekilde düşünce. Ama babamın tek şartı ya kendi kentimizde ya da yakın akrabaların yanında okursun, öyle İstanbul, Ankara babam için “riskli” yerlerdi. Nitekim ben de saygılı oldum, o şartlara uyarak Trabzon’da mimarlık okudum. Mimarlığı çok bilinçli mi seçtim? Çok değil, resmim güzeldi, biraz yatkınlığım vardı ama hani bizim zamanımızda bir sıralama yapılıyordu. Tıp ile başlayıp, bambaşka bir şeyle bitebilecek bir sıralama vardı. Onlardan birisiydi mimarlık. Ama okula girdikten sonra, hayat güzel bir sürpriz yapmıştı bana. Trabzon’da başlangıçta teyzemin evinde kaldım. Daha sonra yurtta da kaldım. O zamanlardan sonrada sadece çalışmak oldu hayatım. Asla haziran dönemine bile sekmeden, asla bir tekrara kalmadan zamanında mezun oldum. 80 sonrası dönemde okudum ben. O siyasi kargaşanın bittiği, aynı zamanda insanların yozlaştığı aslında hiçbir düşüncenin olmadığı, bir şey ifade edemediğin o 80 sonraki kişiliksiz yıllarda okuduk biz. Üniversite yılları çok bilgi dolu olmadı hayat felsefesi açısından. Ailelerimiz “iyi” diyordu, “siyasi karmaşa yok”, “çocuklar güvende” okuyor. Ama öyle değil yani insanlar o üniversite yıllarında bütün dolguyu almalıydı. Ama 80 sonra biz çok kısır bir dönemde okuduk diye düşünüyorum.

Doğduğunuz yerde, o yıllardaki kadınlara bakışı veya iş hayatındaki durumlarını bize biraz tasvir edebilir misiniz?
Karadeniz’de kadın dominant, güçlü bir karakter. Çalışarak eziliyorlardır belki o doğru ama öyle eşinin ya da erkek egemenliğinin altında ezilmişlik durum yok. Karadeniz’de kadın karakteri her zaman güçlüdür. Anne olarak da, kadın olarak da daha dirayetli insanlar. Mesela burada bile pek çok arkadaşım bana “sende Karadeniz inadı var, Karadeniz kızı” falan diyorlar. Karadeniz’de böyle bir şey var. Yılmamak, ilerlemek. Bu biraz bölgesel bir özellik olabilir yani benim için de. Hâlbuki Anadolu kültürü hani ama ben çocukluğumda kadınların öyle ezik durumda olduğu bir görüntü falan hatırlamıyorum. Belki de o daha fazla güçlü kılıyor bizi. Şimdi bakınca daha fazla üzülüyorum. Çocukluğumda öyle güçlü kadınlar görürken etrafımda, okuyanın olduğu, okumaya teşvik edilen bir bölgede yaşarken. Şimdi bunun tersini gördüğümde şaşırıyor ve üzülüyorum. Yani biz nereden nereye geldik diyorum. Şimdi kadınlar için kaybedilmişlikler var sanki. Öyle hissediyorum, umarım yanlış hissediyorumdur.
Daha sonra mezun oldum. Mezuniyetten sonra iş hayatı başladı. Doğu Anadolu’da çalıştım. En serüvenli iş hayatım doğu Anadolu’ydu. Önce Erzurum’da Atatürk Üniversitesinde Uzman olarak, sanat tarihi hocası olarak işe başladım. Orada, üniversite hocalığıyla ilgili bir serüvenimiz oldu diyelim. Akademisyen olmak çok farklı bir şey. Ama ben mimarlığın kendisiyle doğrudan uğraşmak istiyordum; bir şeyi yapmak ve sonucunu görmek. Bir proje çiziyorsun, sonra onun yanından/içinden geçiyorsun. Onu görüyorsunuz yani, bu muhteşem bir duygu. Direkt aklınızdaki şeyi yapıyorsunuz ve görüyorsunuz. Daha sonra üniversiteden ayrılma kararı aldım ve Erzurum’da Bayındırlık ve Milli Eğitim Müdürlüğünde teknik eleman olarak, mimar olarak işe başladım.

Büyüdüğünüz çevre ile gittiğiniz yer arasında kadına bakış özelinde gözlemlediğiniz farklar var mıydı ve varsa nelerdir?
Çok vardı. Üniversitede tabi daha uygar bir yerdi. Ben daha sonra Bayındırlık ve Milli Eğitim Müdürlüğüne geçtim. Orada bambaşka bir dünya ile karşılaştım. Orada işte artık inşaat sektörüne girdim. Bir de o dönemler çok kaostu, PKK terörü vardı ki maalesef hala var. Okullar yakılıyordu. Milli Eğitim’de çalıştığım süreçte okullara gidiyorduk, onların keşiflerini çıkarıyorduk. Ekipte herkes erkekti, hatta mesela gittiğim yerlerde bana “Mühendis Bey, hoş geldiniz” diyorlardı. Mimarlık falan zaten çok ekstremdi. Çünkü, bu bir inşaat için gelmiş, bu ancak bir bey olabilir yani. Kadının ne işi var yani buraya gelecek de, okul inşaatı yapacak da, betona demire bakacak da. İnsanların karşısında bir kadın görüntüsü var ama aklında bu bir erkek işiydi. O zamanlar tebessümle karşılıyordum da, şimdi bakınca başka bir gerçek yani. Bir de o zamanlar ben mimarlığa takıyordum, neden mimar değil de, mühendis bey.

O dönemlere ait anlatmak istediğiniz olumlu ya da olumsuz şeyler nelerdir?
Olumsuz şeyler, genelde terörden dolayı çok ürkek bir çalışma hayatıydı. Mesela çok çevreye gidiyorduk. Sabah gün ışımadan gidip, akşam karanlık olmadan geliyorduk. Tabii ki bu durum çok zordu, korkuyorduk. Ailem de tabii ki çok tedirgin oluyordu.

O dönemlerde size destek olan kişiler kimlerdi? Aile, arkadaş v.s.
Annem yanımdaydı, o ciddi bir destekti. Sonra evlendim, eşim o gün destek olmaya başladı ve bugün destek oluyor hala. Çok şanslı bir kadınım.

Eşinizle üniversite bitip, iş hayatına başladıktan sonra mı tanıştınız?
Evet, o üniversitede asistandı. Orada karşılaştık, orada hayat bizi karşılaştırdı, bir araya geldik ve 1990 yılında evlendik. Bir de şöyle bir hikâyesi var. Ben çocukluğumda, “Ne olmak istiyorsun?” diye sorulduğunda hep arkeolog olmak istediğimi söylerdim. Evlendikten sonra eşim buraya Akdeniz Üniversitesi’ne geldi, ben de eş durumuyla tayin istedim ve Antalya’ya geldik, hiç bilmediğimiz bir çevreye geldik. Ailemiz içinde hüzün vericiydi, küçük bir çocukla onlardan ayrılmak zorunda kaldık. Ama oradan niye ayrıldık, işimiz onu gerektiriyordu, çocuğumuzu da daha uygar, aydınlık bir yerde yetiştirmek istiyorduk. Şimdi uygar beklentilerimize uygun iki oğul yetiştirmekteyiz. Biri anne mesleğini seçti: Üniversiteyi bitirmek üzere.

Antalya’ya dışarıdan gelmiş birisi olarak, Antalya’ya geldiğinizde, Antalya’ya dair gözlemlediğiniz bir anekdot varsa bunu bizimle paylaşabilir misiniz?
Önce yerelinde insanlarla tanışamıyorsun işin açıkçası, çünkü bir iş çevremiz var ve önce onunla yüzleşiyorsunuz. Sonra etrafınız mahallenizi fark ediyorsunuz. Biraz mesafeli Antalyalılarla karşılaştık. Haksızlık etmeyelim, Antalya’ya o kadar göç var ki, insanlar kiracılarıyla bile samimiyet kurmuyorlar, istiyorlar ki ev sahibi olsun, oradan ayrılmayacak insanlar olsun. Ben diyorum ki; ben Antalyalıyım. Çünkü Antalya’ya 25 yıldır emek veriyorum, Antalyalı olmayı hak ettim ben. 25 yıldır hiç hata yapmıyorum, hep doğru işler yapmaya çalışıyorum. Antalya’da doğmakla, Antalyalı olunmuyor, onu hak etmen gerekiyor. Ben o ilk gün değildi belki ama hemen sonrasında Antalyalı oldum. Böyle düşünüyorum yani. Antalyalılar ilk geldiğimde biraz mesafeliydi yani, hala da öyledir belki, yabancılara karşı. Ama iş çevremizle, zamanla, hala süren ciddi dostluklarımız oldu, güçlü birliktelikler, arkadaşlıklarımız oldu. Antalya’nın yerelinden arkadaşlarımız oldu. Farkı kültürler, sizin taşıdıklarınız, onlarla gelen, eğitiminizle gelen.

Çalışan anne 1.5 yaşında bir çocukla ne yaptınız ?
Bakıcı sektörüyle ilgilenmeye başladık. En yakın kim olur, kapıcının eşi olur bakıcı. Hiç kimseyi bulamıyoruz tabi, kapıcının eşi, “ben eve gelip bakamam” dedi. Biz de mecburen kabul ettik, kapıcının evinde bizim oğlan büyümeye başladı. 15 katlı bir binada oturuyoruz, kimseyi tanımıyoruz falan ama bizim çocuk bütün apartmanı (işi gereği:) tanıyor. Ne yapsın kadın, işi o. Herkes çocuğunu çok sever ama bizim çocuğumuz da çok şirin bir çocuktu, güzel bir çocuktu. Daha sonra genç bir abla bulduk bakıcı olarak.

Buraya geldiğinizde işinize nerede başladınız?
Akdeniz Üniversitesi’nde Yapı İşlerinde işe başladım. Hastane binası gibi bütün yapıları yapan bir birimdi burası. Orada mimar olarak başladım.

Üniversite içinde çalışan kadın sayısı çok muydu?
Bir hayli çalışan kadın vardı. Üniversitede çalışan kadın daha çok oluyor, diğer sektörlerden ziyade. Pek çok kadın arkadaşımız vardı birlikte çalıştığımız. Ben orada hastane mimarı olarak başladım. Tıp fakültesi hastanesinin bütün süreçlerinde ben vardım. Onkoloji, bütün poliklinikler v.s. onların mimarilerini bizzat bir kısmını yeni çizdim, bir kısmını revize ettim. Gece gündüz orada çalışıyordum. O zamanki rektörlerimiz de Tıp Fakültesi kökenliydiler, hastane inşaatı ile çok yakından ilgileniyorlardı, onlarla çok uzun mesailerimiz oldu. Bugün benzer hastaneler çoğaldı belki ama o zaman Antalya için çok farklıydı yani. Bir de o zaman bütün renkleri hastaneye sokmuştuk, mutlu hastaneyi ortaya koymaya çalıştık mimari açısından. Ki şimdi çarşıların içinde hastaneler yapılıyor. Çünkü insanlar daha çabuk iyileşiyorlar, hastanenin dışarıdaki sağlıklı normal dünyayla iç içe olması iyileşme sürecini hızlandırıyor yani. Renkler ve formların hastalıktan öte sağlıkla ilişkili olması lazımdır.

Üniversitedeki çalışma hayatınız kaç yıl sürdü?
Akdeniz Üniversitesinde 17 yıl kadar çalıştım. Pek çok projesini çizdim. Rektörlerimiz Tuncer Hoca, Yaşar Hoca, Mustafa Hoca ile uzun süre çalıştık.

Üniversiteden sonraki iş yaşamınız nasıl devam etti?
Eski rektörümüz, Mustafa Akaydın, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Onun çağrısıyla üniversiteden ayrılıp belediyeye geçtik. Sağ olsun hocamız belediyenin en stratejik yatırımcı dairesini bana teslim etti. Bu da bir şanstı. Tabi bir ikilem de vardı. Yatırımlar, inşaat ve mimarlıkta artık ilerlemiştim ama Belediye benim bilmediğim bir yerdi. Belediye ve üniversite çok farklı, her şeyi bir birinden farklı. Tedirgindim ilk başta ama psikologlar bile söylüyor, 5 yılda bir işyerinizi değiştirin diye. Belediye çok inanılmaz bir tecrübe oldu. İlk geldiğimde binası yok, bir şeyi yok. “Hay Allah ya, benim deniz gören kocaman ofisim vardı” diye düşündüm. Akıllı, konforlu bir bina, işleri biliyordum, herkesi tanıyordum, her şeyi kolayca yapabiliyordum. Şu an belediyenin binasını biliyorsunuz, prefabrik yapılar. “Buradan bir kenti yöneteceksin” dedim. Önce bir tereddüt yaşadım, bir hayal kırıklığı vardı. Ama sonra bambaşka bir şeyle karşılaştım. En severek yaptığım iş oldu. Çok heyecan verici, dinamik ve hızlıydı. Yaptığınız iş hemen karşılık buluyor. Mesela birisi geliyor, teşekkür ediyor. Ya da başka birisi geliyor ne yaptınız, rezil ettiniz diyor.  
Ben mimar olduğum için şehre mimari dokunuşlarım olsun istedim. Hem kadın olarak, hem de mimar olarak kentte fark yaratayım istedim. Belediyecinin işi tabii ki yol yapmak, köprü yapmak, kaldırım yapmak ama bunlar bu işte olması gereken normal hizmetler. Ama onun dışında benim değişik projelerim olmuştu. Mesela; Şemsiyeli Sokak, Güllük, Kapalı Yol gibi konsept caddeler ve meydanlar ve daha başkaları. Projelerime sanatı katmaya ve kente ruh vermeye, insanlara güzel yaşam ortamları sunmaya çalıştım.

Genelde işimi yaparım, önüme gelen evrakı imzalarım mantığı vardır. Ama sizde “Ben buraya Sebahat Çevik imzasını atıcam” şeklinde bir misyonunuz ve mantığınız var değil mi?
Evet çok güzel anlattınız. Kimse hatırlamasa bile o imzayı ben görecem ve hatırlıyacam. Böyle bir iddiam var. Nitekim şimdilerde Antalya’da gezinirken “burayı, şurayı ben yaptım” diyip mutlu oluyorum.

Büyükşehir Belediyesinde göreviniz, yetkiniz neydi tam olarak?
Fen İşleri Daire Başkanı olarak geçtim. Aynı zamanda Bilgi İşlem Daire Başkanlığını da yürüttüm. 5 sene boyunca iki daire başkanlığını birlikte yürüttüm. Fen İşleri Daire Başkanlığı tamamen erkek egemen bir dünyadır. Oranın bütün alt yapısı erkektir. Mesela hiç asfalt döken bayan gördünüz mü? Hepsi erkektir çalışanların. Hatta ilk işe başladım, bölümleri ziyaret ediyorum, işçilere bir merhaba diyeceğiz, kahvaltı yapacağız. Gittim, bir şantiye binası var Fen İşleri’nin. İçeri bir girdim, büyük bir salonda yaklaşık 250-300 tane erkek var. Onlar bana hayretle bakıyorlar, sanki “Bu kadın buraya geldi ama, yanlışlıkla mı geldi acaba” diye düşünerek. Hatta o atanma sürecimde bir sürü erkek muhalefeti oldu, “kadın asfalttan ne anlar” gibilerinden. Yakınlarımızdan da var, dışarıdan da var, gazetecilerden zaten var. “Fen İşleri Daire Başkanı nasıl kadın olur?” diye. Büyükşehir ölçeğinde Türkiye’de de bir ilk zaten bu durum, Kadın Fen İşleri Daire Başkanı. 2009 yılında Türkiye’de ilk defa bir kadın, Fen İşleri Daire Başkanı olmuş, oldu.

Bu tabloda siz Sebahat Çevik olarak dişiliğinizi bastıran değişimlere girmek zorunda kaldınız mı?
Bir takım değişiklikler gerektiriyor tabii ki. Ne kadar yadsırsanız yadsıyın. Zaten inşaat sektöründesiniz, bir formatınız olması lazım yani. Kadınsı görüntüler günah ya da yanlış değil. Birisiyle görüşürken sizin bilginiz, sizin mesleğiniz konuşmalı. Kılık, kıyafet, saç, baş bunlardan taviz vermedim. Kadın görüntüsünü işime, mesleğime karıştırmadım ama benliğimden de hiçbir zaman vazgeçmedim.

Bize, şimdi geriye dönüp baktığınızda Antalya Büyükşehir Belediyesinde imzanız olan projelerden bahseder misiniz?
Daha önce dediğim gibi, Fen İşleri asfalt yapmak, kaldırım yapmak, yol yapmak, köprü yapmak, kavşak yapmak olarak düşünülen bir daire başkanlığı. Onlar zaten ciddi temel işler, onları zaten yapıyorsunuz. Ama ben dediğim gibi kadın ve mimar olarak Antalya’da pek çok şeyi başlattığımı düşünüyorum. İlk başta konsept caddelerin düzenlenmesi, yani caddelere birer ruh üflemek gibi bir şey. Mesela Işıklar Caddesi, ışıklı, heykelli, müzikli olarak tasarlamak. Ben bu projeleri benimsedim, yani o yapılan standart işlerin yanında bu şekilde özel projeler üretmeyi seçtim. Mesela Tufan Dağıstanlı gibi isimleri projelere entegre ederek sanatı mühendisliğe eklemeye çalıştım. Çünkü mimari şöyle bir şey; Sen taş toprak kullanarak bir yapı oluşturursun, bina oluşturursun, bu bir yapıdır ama insanın kalbine dokunursun o bir mimaridir. O kadar da ayrıdır bunlar, yani taşla toprakla yapılan her şey mimari değildir, kalbe dokunan yapılar mimaridir, eserdir. Ben bu tarz projelerle Antalya'nın kalbini dokunduğumu düşünüyorum. Mesela Şemsiyeli Sokak var. Çok küçük fikirler bunlar ama hoşlar. Burada şimdi Manavgat'ta bir çiçekli sokağım var. Öyle küçük küçük hoşluklardır bunlar. İnsanlar yolda kaldırımda giderken aaa ne hoş olmuş diyip mutlu olacaklar. Ben böyle projelerin peşindeyim Işıklar’da aşağıda Kurbağa Sanatçılar konseptini kullandık. Atatürk caddesinde bankamatikten para çeken Likyalıları kullandık. Mesela Kepez'de su gösterilerinin olduğu, denizatlarının olduğu bir cadde yapmıştık. Antalya’da bu türden pek çok çalışma yaptık. Şimdi de Manavgat’ta benzer bir tarzda çalışıyoruz. Hedefim insan mutluluğunu sağlayan uygar kentler.

Üniversite yönetimi, bir şehir yönetiminin mikrosu olabilir ama sizin belediyecilikte baktığınız, örnek aldığınız ya da sizin için ufuk açan bir yer, bir kişi oldu mu?
Biz ilk belediyeye başladığımızda Akaydın hoca bizi Eskişehir'e gönderdi. Onlar bize belediyenin yaptığı işleri ve projeleri gösterdiler. O bir okul, bir örnekti. Eskişehir bu konuda artık kendini ispat etmiş bir yer artık. Ben Eskişehir'in dokusunu Antalya'ya taşınmak istedim. Kültür merkezlerinde, parklarda yaptığımız işleri bir sanat objesi de bir espri de ekleyerek Antalya halkına sunmak istedim. Örneğin Düden park büyük bir projeydi güzel bir tasarımdı ama benim için şiir okuyan banklar özel küçük katkılardı.

Hayatınızda size rol model olmuş bir kadın var mı?
Şöyle bir hikâyem var. Lise son sınıf öğrencisiydim sanırım. Parkta bir kadınla karşılaştım, bana “Sen ne olacaksın” diye sordu. Ben tıp falan dedim herhalde. ”Mimar ol” dedi, “Bak bu parkı ben yaptım” diye ekledi. O kadın yüzünün bütün hatları ile gözümün önünde şuan. İsmini pek hatırlamıyorum ama o zaman bakmıştım, bayağı projeleri falan vardı. Şimdi gerçekleştirdiğim pek çok projede yaşayan insanlara, çocuklara aynı cümleleri kuracak duruma geldim. Onun dışında bütün başarılı kadınları takdirle ve gururla izliyorum.

Peki sizin Fen İşleri Daire Başkanı olmanızdan sonra alt kadronuzda kadın çalışan sayısında artış sağladı mı?
Tabii ki bir artış sağladı. Ben bir kadın olarak oraya atandıktan sonra, sekiz tane müdürümden üç tanesi kadın oldu. Daha önce bu müdürlüklerinin hiçbirinde kadın yokken, benimle beraber üç tanesine kadın başkan geldi. Ben bu konuda şöyle düşünüyorum. Fen İşleri Daire Başkanlığı benim için bir makam değil, bir mevziydi. Ben bir mevziye geliyorum ve o mevziye başkalarını da konuşlandırmalıyım.

Size kadın olarak köstek olan kadınlar oldu mu?
Ben böyle bir durum yaşamadım. Zaten böyle bir duruma da izin vermem, böyle bir ortamın yaratılmasına dahi izin vermem ve böyle bir ortamda bulunmam.

Büyükşehir Belediyesinde kadın olmamızdan dolayı yaşadığınız zorluklar oldu mu?
Öncelikle ilk başlarda kabul edişlerde sıkıntı oldu, çalıştığım ortamda. Başta, beraber çalışmamız gereken, elinde hazır projeler bulunduğu halde ve size aktarılması gereken verilerin aktarılmadığını biliyorum. Sizi bayan kimliğinizle olduğunuz için oraya oturtamayan, hani “bu altından kalkamaz, gelir geçer 1 ay 6 ay sonra gider yerine başkası gelir” gibi düşünenler vardı.

Manavgat kadınıyla ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Sağ olsun Şükrü Başkanımın davetiyle Manavgat’a Başkan Yardımcısı oldum. Manavgat’ın ilk kadın Başkan Yardımcısı oldum. Manavgat çok özel bir yer. Manavgat kent ölçeğinde, 28 ilden daha büyük nüfusuyla varlıklı ve özel bir yer. İnsanları çağdaş ve 216 bin nüfusu var. Çalışan kadın sayısı bir hayli yüksek Manavgat’ta. Dünya çapında özgünlükleri var. Antalya ismini kullanmadan da ismi olan bir yer.  Bir turizm merkezi. Şelalesi, Sidesi, nehriyle tanınırlığı çok yüksek Antalya’nın en özel bir yerleşimi. Çalışan kadın sayısı oldukça fazla. Sosyal belediyeciliğin gereği olarak kreşler yapmaya çalışıyoruz. Bir tanesini açtık birkaç tanesini daha açacağız, kadınları teşvik etmek, işlerini kolaylaştırmak için. Çünkü en büyük sıkıntı çocuklar. Kız çocukları için yurt planlıyor başkanımız, onun hazırlıklarını yapıyoruz. Kız çocuklarının özellikle lise düzeyinde, bölgeden gelen çocuklar var, Fen lisesinde okuyan, Anadolu liselerinde okuyan. Onların barınma ihtiyaçlarına çözüm olmaya çalışıyoruz. Özellikle cemaatlerden uzak tutarak, düzgün ve çağdaş bir ortamda olması için. Yani kadına, kız çocuklarına yönelik bu tarz projeler üretiyoruz, aşama aşama. Kadın ve yönetici olarak, kadınların projelerinde bulunmaya etkinliklerine katılmaya, destek vermeye çalışıyorum. Bundan heyecan duyuyorum. Mesela sabah çok masum bir proje konuştuk. Çocukların yaptıkları kuş evlerini bir parkımıza yerleştirdik. Atatürk’e layık bir cumhuriyet kadını olarak utanacak bir şey yapmadan onurlu bir Türk kadını olarak hiç vazgeçmeden ve geriye bakmadan ilerlememiz lazım olduğuna inanıyorum.

Dünyaya yeniden gelme şansınız olsaydı; tekrar kadın mı olurdunuz ve tekrar Sebahat Çevik mi olurdunuz?
Kesin olarak kadın olmayı tercih ederim. Sebahat Çevik de olurdum ama kesinlikle daha akıllı hamlelerle başka yerleri kendime hedef olarak koyardım. Bu kadar mücadeleyle daha iyi yerlere gelmiş olmam lazımdı diye düşünüyorum.

Siyasi partilere, kadın kotası koyulması konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
Bence bizim artımıza olacak her şeyi kullanmamız lazım. Bunu şimdi soyut bir tartışmaya çevirip, “kadın kotası aşağılayıcı gibi bir şey” diye düşünmüyorum. Bizim menfaatimizeyse o, ki kota demek sayının artması demek. O zaman buna niye hayır diyelim ki? Ne zaman ki kadınlar toplumda gereken düzeye gelir, ne zaman ki kadınların insan olmasının yollarını erkenden açan Atatürk’e layık konuma geliriz, o zaman kotaya da ihtiyaç kalmaz.

Bize Antalya Kadın Müzesi ile ilgili; düşüncelerinizi, böyle bir yapının sizin için ne ifade ettiğini ve böyle bir çalışmanın içinde bulunmanın size hissettirdikleri ile ilgili birkaç cümle aktarabilir misiniz?
Bu çabanızı çok takdir ediyorum ve bu çabaya en ufak verebileceğim bir destek benim için ciddi bir iş olur. Özel hayatımda ve iş hayatımda gururla anlatacağım bir şey olur. Antalya bir kere kadın dostu bir kent olmalı yani. Bunun için de siz çok önemli, dev bir adım attınız. Daha öncede kadına şiddet heykeli vardır, Soğuksu’da yapılan, ben onun yapıldığı dönem ona da destek olmuştum. Yani kadınlar için büyük bir adım attınız ve çok hızlı bir şekilde oluştu bu yapı, bir anda bir parıltı oldu Kadın Müzesi. Herkesin bir anda “Aa ne güzel oldu” dediği bir şey başardınız. Müze bazen eskinin bir yansıması olarak düşünülüyor ama siz bir geleceği planlıyorsunuz Antalyalı, Türkiyeli kadınlar için. Herkesin evine giriyorsunuz, telefonlarına giriyorsunuz. Herkesi haberdar ediyorsunuz kadın başarılarıyla ilgili. Bu bir motivasyon aslında, bunu başarabilir bu örnekleri çoğaltabiliriz diyorsunuz. Şuan çok başarılı ve parlak bir ışık var Antalya’da. Elimden gelen katkıyı vermeye hazır olduğumu belirtip, bu kıymetli girişim için sizleri tebrik ediyorum.

 
SEBAHAT ÇEVİK