Galeri
Söyleşi
Sayın Uysal, Antalya halkı sizi ne ile hatırlasın istersiniz?
Tam arıtma ve Hava Kirliliğini Önleme İstasyonu ile hatırlanmak isterim.
90lı yıllardı… Belediyemiz Büyükşehir Belediyesi olmuş… Kültür Sanat ve Çevre Koruma Daire Başkanıyım artık. Kış gelmiş ve hava inanılmaz kirli… Nefes alınamıyor adeta… İlgili birim üyelerini topluyorum; çevre mühendisleri ve diğer mühendisleri… Çözümü tartışıyoruz. “Çözüm, Hava Kirliliğini Önleme İstasyonu” diyorlar. Yani; Önce Stratejik bir yer bulunacak… Buraya Hava Kirliliğini Önleme İstasyonu kurulacak…
Bu istasyona, şehre gelen tüm kömür kamyonları uğrayacak ve taşıdıkları kömürlerin kalitesi denetlenecek…
Gene bu istasyonda şehrin tüm motorlu taşıtları yani belediye, valilik araçlarının; taksiler, dolmuşlar ve otobüsler hatta şehre gelen tüm dış hat otobüslerinin yılda bir kez egzoz gazı emisyon ölçümleri yapılacak. Özellikle havadaki karbon monoksit yani görünmeyen ama havayı en çok kirleten zehir ölçülecek...
Stratejik yeri sonunda bulduk ama bu yer, 300 hisseli bir toprak parçası. Toprak sahipleri meydanda yok… Mirasçıları bulmamız çok çok zor.
Şöyle düşünüyorum; halkımız devlet arazisine ailesi için nasıl gecekondu yapıveriyorsa, ben de sahiplerinin ilgilenmediği bu araziye kamu yararına yani herkes için istasyonumuzu yapıvereyim… Bu bir dilim araziye el koyuyorum. Başkan onaylıyor. İstasyonun planı çiziliyor, temeli atılıyor ve bir metre kadar duvarlar örülüyor. Mutluyuz. Sabah bir bakıyoruz ki birileri duvarları yerle bir etmiş. Tekrar yapıyoruz. Ertesi gün gene yıkılıyor. Değerli tugay komutanını arayıp yardım istiyorum. Diyorum ki “Generalim bana askerleriniz içinde ne kadar duvar ustası varsa bu akşam gönderebilir misiniz? Hava Kirliliğini Önleme İstasyonunu sabaha kadar bitirmemiz gerekiyor.”
Akşam olduğunda sivil giyimli 10 kadar duvar ustası asker geliyor ve belediyenin görevli duvar ustalarına ekleniyor ve sabaha kadar binayı çatısıyla, sıvasıyla bitiriyorlar. Ertesi gün yıkıcılar geldiğinde binayı görünce şaşırıyorlar ve bir şey yapamıyorlar artık.
O gün akşama kadar bir organizasyon yapıyorum. Tüm derneklere, çevrecilere, okullara ve izcilere haber salıp ertesi gün ağaç bayramı yapacağımızı, hava istasyonunun olduğu yere ağaç dikeceğimizi bildiriyor ve onlardan yardım istiyorum. Bu arada belediyeden ve orman müdürlüğünden tüplü büyük ağaçlar getirtiyoruz. Ertesi gün onlarca ağaç, çocukların ve çevre derneklerinin katkılarıyla dikiliyor. Aslında sınırı çitle değil ağaçla çiziyoruz. Ağaçları da kesecek halleri yok ya! Gece nöbeti için yaman bir kangalı da görevlendiriyoruz. İstasyon tamam.
Sıra kömür denetimi için organizasyonda. Kömür satıcıları ile toplantı… Kömür kamyonlarının istasyonda denetimi… Emniyetle yapılan işbirliği… Kalitesiz kötü kömürlerin geri gönderilişi…
Sıra geliyor egzoz kontrolüne. Taksi, dolmuş sahipleri karşı çıkıyor bu denetime... Dernek yöneticileri ile yapılan toplantılarda onlara yasal olarak mecbur olduklarını etkili biçimde anlatıyoruz… Ve başta belediyenin araçları, valiliğin tüm araçları olmak üzere kentin tüm motorlu araçlarının emisyon denetimi yapılıyor… Egzozlar yenileniyor… Zehirli gaz yok artık.
Sonra, tüm kalorifercileri Halk Eğitim ile işbirliği yaparak eğitimden geçiriyoruz... Ve her gece bizzat mühendislerimiz hava kontrollerine çıkıyorlar... Ve kaloriferler denetleniyor.
Film gibi gerçekten… Bir de tam arıtma demiştiniz. Aslında bu konu da hava kirliliği gibi tüm Antalyalıları yani hepimizi ilgilendiriyor.
Elbette. 90lı yıllardı Antalya altyapısız. Fosseptikler dolmuş. Kanalizasyon şart. Dünya Bankasından ve Avrupa İskân Fonundan kredi istenmiş. Avrupa İskân Fonu Avrupa’nın para kutusu. Adamlar krediyi vermek için önce borcumuzu ne ile ödeyeceğimizi incelemek istiyorlar. Bu nedenle inceleme gezisi yapmak üzere bir ekiple geleceklerini söylüyorlar. Sayın Süleyman Demirel bizim başkanı arıyor; “iyi anlatın, iyi ağırlayın” diye de ekliyor… Başkan bana “Ne yapalım Süheyla Hanım” dediğinde ben; “derdimizi sizler iyi anlatırsınız ama ağırlama işini bana bırakın” diyorum. Kabul ediyor. Birkaç haftamız var. Soluğu Anfat’ta alıyorum. Onlardan parayla Antalya’nın tarihi görüntülerinin, heykellerinin, kültürünün, oyunlarının yer aldığı en güzel fotoğraflarını kiralıyorum. İlk önce bunları kronolojik olarak düzenleyip bir senaryo yazıyorum. Bu bir dia gösterisi olacak. Teypte Anadolu müzikleri sunuma fon yaparken, iyi İngilizce bilen iki bayan arkadaşım Avrupa İskân Fonu Başkanı’nın arkasında ona eğilip benim söylediklerimi usulca İngilizceye çevirecekler… Bu arkadaşlar senaryoyu ezberliyorlar…
O gün konuklarımız geldiğinde program hayal ettiğim gibi geçti. Biz, muhteşem müziklerin eşliğinde pek çok uygarlığı yaratmış ve yaşamış olan çok eski atalarımızı, antik şehirlerimizi, efsanelerimizi konuklara sunarken onlar geçmiş binyılları yaşıyordu bu atmosferde.
Ve konuşmamı şöyle bitirdim:
“Mr. Brendıl! Antalya’mız binlerce yıllık müstesna bir şehir. Dahası dünya insanlarının yazlık evidir. Ve biz bu güzellikleri dünya insanlarına sunmaktan, insanların güzel ve anlamlı günler geçirmesinden fevkalade mutlu oluyoruz. Çünkü bu şehri dünya insanları adına koruyoruz. Ama alt yapımız olabilseydi tüm konuklarımızı yaşanan problemlerden uzak çok daha rahat ve çok daha mutlu edebilirdik.”
Gösteri sonunda kahveler geldi. Az sonra vereceği borcu hangi yatırımlarla ödeyeceğimizi görmek için helikopterle yatırımları gezecek olan Fransız ekip başkanı ve Avrupa İskân Fonu Başkanı Mr. Brendıl; “Helikopterle yatırımları değil tarihi yerleri görmek istiyorum” demez mi… Ayrıca o tarihi yerleri benim anlatmamı rica ediyordu. Ben İngilizcemin yetersiz olduğunu söyleyerek kabul etmedim. Ama gene de tarihi yerlerimizi gezmiş Mr. Brendıl. Ertesi günü Mr. Brendıl’ın basın toplantısında yaptığı konuşmayı tercümanı şöyle çevirdi;
“Antalya dünya insanlarının yazlık evidir. Bizler de bu güzel şehrin alt yapısına katkı yapmak için belediyeye düşük faizli kredilerimizden elbette vereceğiz.”
Mutlu olduk bu habere… Bitmedi… Krediler bu bankadan ve Dünya Bankası’ndan alındı, projeler yapıldı… Projede kanalizasyon şebekesi, ön arıtma ve tam arıtma yani biyolojik arıtma var.
Bu “tam arıtma”yı açar mısınız biraz.
Elbette. Kanalizasyondaki pis sular taşınır ve bir yerde toplanır. Önce ön arıtma ile iri parçalar yani tuvalet kâğıtları, plastikler, poşetler, tahta parçaları hatta kum ayrıştırılır yani süzülür. Buna ön arıtma denir. Bu ön arıtmayla biyolojik arıtmanın maliyeti azaltılmış olur. Ama su hâlâ pis ve mikropludur. Sonra bu tehlikeli sular biyolojik arıtma yapmak üzere çökeltme ve havalandırma havuzlarına alınır. Sonra bu havuzların içine bakteriler atılır. Oksijen verilir biraz da şeker. O bakteriler suda ne kadar pislik yani katı atık yiyerek yok eder. Ve su pırıl pırıl ortaya çıkar. Bu su tekrar başka havuza alınır, dezenfekte edilir vs. Sonra denize deşarj edilir.
Sonra ne oldu?
Bizler, belediye yönetenlerinin tam arıtmadan vazgeçip sadece ön arıtma yapmaya karar verdiğini öğrendik. Çok üzüldük. Düşünebiliyor musunuz? Sadece ön arıtma yapılırsa zamanla deniz kirlenecek; turizm bitecek; iş yerleri kapanacak; denize girilemeyecek; balıklar yenemeyecek; bir zamanların pis kokulu ve mikrop dolu İzmir körfezine ve Haliç’e dönecekti denizimiz. Yetkililer ön arıtmayı savunuyor ısrarla. Çevreciler ise tam arıtmayı…
Barselona ‘da inceleme yapan ekibimiz ön arıtmanın yeterli olduğu sonucuna vardı.
Barselona ziyaretimde rehber isteğim üzerine bizi arıtmanın olduğu yere götürdü. O sırada ben rehberle birlikte işletmeye girdim. Rehberin yardımıyla deniz suyu ile ilgili laboratuvar sonuçlarını aldım. Ayrıca bilgi de verdiler. Verdikleri bilgi şöyleydi: Ön arıtma ile denizi mahvetmişlerdi. Şimdi denizi nasıl temizleriz diye düşünüyorlardı. Ve “tam arıtma” yani “biyolojik arıtma” yapmak için de hazırlık başlatmışlardı.
Seçimler yaklaşıyordu. Kazanma olasılığı bulunan iki büyükşehir başkan adayının isteği üzere, onlara ayrı ayrı arıtma ve diğer önemli konularla ilgili brifing verdim. Toplum sağlığı hekimleri, bazı ATSO yönetim kurul üyeleri ve bazı otel genel müdürleri bu toplantılara katıldı. Ayrıca tüm çevre derneklerinin başkanlarına, bazı meslek odalarına, çevre dostu insanlara, öğretmenlere, çevreci avukatlara STK’lara, akademisyen arkadaşlarıma ve eski öğrencilerime durumu teknik olarak anlatarak “siz de mücadeleye katılır mısınız” dedim. Çok güzel bir şey oldu. Herkes bu mücadeleye gönülden katıldı. Tam arıtma nedir, neden gereklidir konusunda çevrelerindeki insanları ve halkı bilinçlendirmeye başladılar. Bilinçli kitle her gün büyüyordu…
Başkan adaylarından biri bu projeyi seçim beyannamesinde birinci sıraya koydu hemen. Ve o aday seçimi kazandı. Ve başkanlık döneminde de tam arıtma projesini hayata geçirdi.
Mutluyduk. Bilinçli insanlarla beraber denizimizi kurtarmıştık… Turizm de kurtulmuştu… Bundan ekmek yiyenler de yaşamına devam edecekti. Antalya, denizi ve tarihi güzelliği ile gene dünyanın turizm başkenti olmaya devam edecekti.
Ne güzel! Bunları bilmiyoruz bizler! Teşekkür ederiz Sayın Uysal. Belediyenin bir de çevre eğitimi vardı yanlış hatırlamıyorsam!
Hedefim gecekondu mahalleleri olurdu daima. Gecekondu okullarının her sınıfından iki öğrenci alınıyor ve bunlardan bir sınıf oluşturuluyordu. Ve bir ay benim mühendislerim ve bazen de üniversite öğretim üyeleri eğitim veriyordu. Bir program dâhilinde tabi...
Program sonunda bu çocuklar da öğrendiklerini sınıflarına öğretiyordu. Ayrıca seminer zamanı yani okullar açılırken ve kapanırken tüm ilköğretimde görev yapan öğretmenlere çevre eğitimi yapıyorduk. Gecekondu insanının bakış açısı değişmeye başlamıştı inanın.
Süheyla Hanım sanatsal pek çok ataklar yaptınız. Onlardan da söz eder misiniz?
Sayın başkan beni zaten kültür atağı yapmak için göreve getirmişti. Gereğini yapacaktım elbette. Öncelikle ilk altı ayda hiç sesim çıkmadı. Çünkü kültür atağını yapacak eleman bulmalıydım. Yoktu. Allah’ın bir lütfu oldu ve festival zamanı ben henüz bir işi olmayan harika insanlarla tanıştım. Bunları daha sonra bütün Türkiye tanıyacaktı.
Kim bunlar?
İlki
Muhammet Uzuner… Hani, Muhteşem Süleyman dizisindeki Aziz Mahmut Hüdai rolünde… Hani, Öyle bir Geçer Zaman’da en iyi yardımcı oyuncu ödülü alan… Bizdeki çalışmaları sonrasında İstanbul’a gidecek ve onlarca oyunda oynayacak, onlarcasını yönetecek… Pek çok dizide rol alacak olan gerçek bir tiyatro oyuncusu… O günler çok gençti. Ama onun belediyeye çok şey katacağını hissetmiştim… Eğitici yanı harikaydı. Ve belediyeye davet ettim. Geldi ve her yıl Antalya’da yaşayan insanlara, çocuklara ve gençlere, kurduğu “tiyatro Atölyesi”nde ders verdi, oyun yönetti. Ona ayırdığımız katta her yıl 1000 kişiye bu eğitimi veriyordu.
Göreve davet ettiğim ikinci kişi
Veysel Diker’di. Veysel, çocuk tiyatrosunu kurdu. Sahneye koyduğu tek kişilik oyunlarını yüzlerce çocuk izlemiştir… Otobüslerle gecekondu çocuklarını okullardan alıyoruz; Belediyenin salonuna getiriyoruz; oyunu izletiyoruz ve okuluna geri bırakıyoruz. Bir gün oyun sonrasında bir çocuk ağlamaya başlamaz mı? Hemen yanına koştuk ve sorduk; “Neden ağlıyorsun yavrum?” Cevap çok hoştu: “Mutluluğumdan ağlıyorum.” Daha sonraki yıllarda altı tiyatro oyununda ve yedi filmde ve 27 dizide rol alacaktı Veysel…
Üçüncü kişi gene tanıdığınız bir tiyatrocu…
Selim Bayraktar. Hani Muhteşem Süleyman’daki meşhur Sümbül Ağa… O da ilerde önemli dizi ve filmlerde oynayacak… Amerikan sineması onunla film yapacaktı… Selim’in belediyedeki görevi kamyon tiyatrosunu yönetmekti. Kocaman bir tırı gezici tiyatroya dönüştürdük. Kapakları açılınca kulisi olan bir tiyatro sahnesi oluyordu tır. Ve bu projeyle tiyatroyu gecekondu okullarının bahçesine kadar götürüyorduk. Selim tiyatroyu ömründe hiç tiyatro görmemiş gecekondu çocuklarının ayağına götüren bir oyuncu, bir idealist bir organizatör ve bir eğitimciydi.
Göreve davet ettiğim bir başka genç ise bir karikatürist;
Orhan Coplu. Karikatür okulunu açtı ve 800 öğrenciye eğitim verdi. Nerede? Şimdiki kent konseyinin olduğu binada. Bu 800 kişi yıllar içinde elene elene bir avuç kalacak (zaten öyle olacak) ve onlar da bu ülkenin gerçek karikatüristleri olacaktı. Şimdi bu okuldan yetişen bazı karikatüristleri karikatür dergilerinde izleyebilirsiniz. Orhan Coplu daha sonra uzak Doğu’da Karikatür-resim tablolarıyla ünlenen bir sanatçı oldu.
Bir diğeri
Ethem Özgüven. Kısa film yönetmeni. Yıllar önce Antalyalı olduğu için Antalya belediyesine gelip belgesel yapmak istemiş. Para almadan… Bir hediye olarak… Bu değerli ve fedakâr insanı değerlendirememişler hatta kaba davranmışlar. Duyunca çok üzüldüm ve sekreterime “bu insanı bana bulun” dedim. Aylar sonra buldular. Çağırdılar. Geldi. Gel beraber kısa film yarışmasını organize edip Altın Portakal’a ekleyelim dedim. Başkan olur verince bu organizasyonu çok az bir paraya yaptı Ethem. Sağ olsun. Ve devam ettik. Çok sonra siyasiler onu da hırpalayacaklardı. O ise İstanbul’a gidip yoluna devam edecek ve onlarca kısa film yapıp onlarca uluslararası ödül alacaktı.
Sonuncusu ressam
Meral Çetin. Ona ayrılan katta resim, heykel eğitimi verdi… Kendisi suluboya resimleri yapan bir profesyonel… Sergileri özlemle beklenir. Güzel sanatlara öğrenciler gönderdik onun sayesinde.
Benden önce de sahneye konan geleneksel tiyatro devam ediyordu. Bu tiyatroyu da köylere yolladım. Başlangıçta bu oyunların yönetmeni gitmek istemedi ama gittiğimizde köylünün sevgi, saygı ve de ilgisini görünce devam etmek istedi. Hatta Bam Teli Programında programcıyı çağırıp köye gidişlerini tanıtmış gururla.
Bütün bu genç eğiticiler Antalya’nın gençlerine hem yatırım yaptılar hem eğittiler hem de gerçek yetenekleri bulup onlara gelecek çizdiler. Ne yazık siyasiler bu değerli insanları çok kırdı. Hatta kültür birimindeki bazı bürokratlar bu yenilikler karşısında komplekse düşüp bu çok değerli insanları kıskandılar, engel çıkardılar. Rakip gördüler kendilerine…
Siyasilere ve kıskanç bürokratlara karşı çok kol kanat gerdim… Onlarla hâlâ güzel diyaloğum vardır.
Bu değerli sanatçı kardeşlerimize Antalya halkı adına minnettarlığımızı ve teşekkürümüzü sunuyorum. Süheyla Hanım çok güzel şenlikler yapardınız…
Bu ekiple yaptık o şenlikleri işte. Tiyatro şenliği; fotoğraf şenliği; piyano şenliği; resim şenliği; karikatür şenliği… Amacımız Antalya’nın yetenekli çocuklarına ulaşmak ve tanımaktı… Bu şenliklere Türkiye’nin nice Karikatür, tiyatro ve fotoğraf sanatçısı davet edildi… Geldi Türkiye’nin bu büyük sanatçıları… Etraflarını yüzlerce karikatür eğitimi alan, tiyatro eğitimi alan, fotoğrafçılık eğitimi alan öğrencileri görünce mutluluktan ağlayan sanatçıya tanık oldum, Semih Balcıoğlu gibi...
Harika… Peki, Kadın El emeği Pazarı aynı dönemde mi açıldı?
Evet. Dönemin valisinin bazı alanları dükkân olma tehlikesinden kurtarmak için bana yaptığı bir öneri idi bu. Ben de kadın platformu başkanı yakın arkadaşım Prof. Filiz Yanat’la ortak bir organizasyon yapıp aniden açtık oraları.
Bir de valiliğin karşısındaki parkı açık hava kitapevi yapmıştınız ve bizler ucuz ucuz kitaplar almıştık. Niye kapatıldı orası?
Bütün yayınevlerine teklif götürmüştüm; standı bizden, bedel de alınmayacak... İndirimli kitap satmaya var mısınız dedim. Kabul ettiler. O yıllar inanılmaz kitap satıldı o parkta. Ama bir kişi Aydınlık Gazetesi sattı diye vilayet tüm kitap parkını kapatmış.
İlginç olaylar yaşadınız mı belediyede?
Hem de nasıl!
Bir tane rica ediyorum.
Hay hay… Bizim çöplük kepezin üstündeydi bilirsiniz. Altından bazı içme suları da geçiyor. Mutlaka yeni bir çöp alanı hazırlayıp orayı rehabilite etmek zorundayız. Çare arıyoruz.
Bir gün bir adam geldi ofisime. Uzun boylu, kendinden emin, çantalı ve havalı… Oturduk. “Sizin çöpünüze talibiz” dedi. “Siz kimsiniz” dedim. “Biz bir Kanada şirketinin Türkiye şubesiyiz. Sizden isteğimiz çöpünüzü alıp işlemek.” “Nasıl işleyeceksiniz” dedim. “Oraya bir tesis kuracağız. Çöpleri gübreye dönüştüreceğiz ve Hindistan’a satacağız. Çöpler bitince orayı orman haline getirip tesisi size teslim edeceğiz” dedi. “Ücretiniz” dedim. “Para almayacağız belediyenizden” dedi. Aklıma bir atasözü geldi hemen; “Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü.”
Bu şirket niye bu kadar iyi idi. Şüphelendim. Yarın bir daha gelin bakalım dedim. Başkan ve ilgili birimimle görüşmeliyim.
Basın da bana bağlı olduğu için her gün tüm gazeteleri şöyle bir gözden geçiririm. Ertesi gün de öyle yaptım. Ama gözüme bir haber takıldı. Kanada, nükleer atıklar için başka ülkelerde yer arıyor diyordu haber. Meseleyi o zaman anladım. Kimseyle görüşmedim ve adamı bekledim. Geldi. Söze girdim hemen;
“Teklifinizi kabul ediyoruz ancak bir tek şartımız var; siz bu projeye başladığınız andan bitinceye kadar tüm ekibinizi nükleer uzmanlarımız izleyecek.” Adam şaşkın bakakaldı. Ve hemen “ben şirketle bir görüşeyim müsaadenizle” deyip kaçar gibi ayrıldı.
Türkiye çapında derecelerle Boğaziçi Üniversitesini kazanan ve bitiren iki oğlunuz, saygı duyulan emekli savcı eşiniz var. Bize biraz annenizden, babanızdan ve ailenizden söz eder misiniz?
Annemin babası Çanakkale savaşında; babamın babası Yemen’de savaşmış. Büyük amcalar Kuvayı-ı Milliye örgüt üyeleri. Fransızlarla savaşmışlar Mersin’de.
Annem alnı secdeden kalkmayan bir Anadolu kadını… Babam Cumhuriyetin kurduğu üniversitelerde okuyan Mersin’in ilk on gencinden biriydi. Güzel bir kütüphanesi vardı babamın. Annem ve babam okumaya çok değer verirlerdi. Annem Cumhuriyetin okullarında önce babamın üniversitede okumasına yardımcı oldu, sonra çocuklarını yani bizleri; sonra yoksul akraba çocuklarını sonra da Mersin’de üniversite kazanmış diğer yoksul çocukların okumalarına maddi anlamda yardımcı oldu… Türkan Saylanın Mersin şubesi gibi…
1972 yılında Mersin’de tüm Sivil Toplum Kuruluşlarının oy birliği ile annem yılın annesi seçildi. Ölene kadar Mersin halkı (tabi onu tanıyanlar) ona hep
“anne” dedi.
Söylenecek söz bulamıyorum… Peki, Sayın Uysal, Türkiye çapında ödülleri ne zaman aldınız?
Belediyedeki sıkıntılı geçen son iki yılımda ve emekli olduktan sonra.
Öğretmenler arası kompozisyon yarışmasında il birinciliği, Öyküde mansiyon, Eczacıbaşı müzik ödülü ve Sürekli Aydınlık ve Temiz toplum” isteklerini destekleyen Tiyatro Oyunu Metin Yarışmasında Türkiye birinciliği…
Sayın Işık röportaja çok iyi hazırlanmışsınız!
Hem nasıl! Sayın Uysal ayrıca siz 24 yıl öğretmenlik yaptınız. Müzik öğretmenliği. Bu yıllar çok dolu geçti. Oyunlar yazdınız. Farklı konular işleyen, mesajı olan ve cesur oyunlar… Biraz anlatır mısınız?
Sayın Işık, oyun yazmamdan daha önemlisi neden oyun yazdığımdır. 12 yıl Türkiye’nin her bölgesini eşimin görevi nedeniyle dolaşmışım. Her türlü insanının sosyolojik yapısını ve sosyal problemini yerinde görmüşüm. Ülkenin farklılıklarını ve ortak paydasını yakalamışım. Gerçek sorunların ne olduğunu anlamışım.
Yıl 1980. İhtilal olmuş. Ve ben Antalya’ya tayin olmuşum ama eşimin tayinini yapmamışlar. Çünkü tüm savcıların biriken dava dosyalarını sonlandırmalarını istiyor ihtilal hükümeti. Bu arada insanlar tutuklanıyor, yurtdışına kaçıyor beyinler, aydınlar idam ediliyor…
Siyaseten çok yanlışlar var. Anlatmalıyım halka diyorum. Ama nasıl? Düşündüm ve bu birikimlerimi sanat yoluyla halka anlatmaktan başka yol yoktu. En güzeli de tiyatro. Ama didaktik değil aksine öyle lirik yazmalıydım ki… İzleyenleri önce güldürmeli, oyunun ortasına doğru düşündürmeli giderek utanmaları sağlanmalı ve sonunda insanlar utancından ağlamalıydı. Bu kurguyla oyun yazmaya başladım. Yazdığım ilk oyun “Biz Atatürkçü Değiliz” adını taşıyor. Nadir Nadi’den önce bulunmuş bir ad…
Nadir Nadi’nin kitabı “Ben Atatürkçü değilim” di… Siz çoğul kullanmıştınız
Evet. Daha sonra başladım siyasileri lirik bir üslupla eleştirmeye. Eğitimi siyasilerin ne hale getirdiğini anlatan, özgürlüğün ne olduğunu, sevginin nasıl olması gerektiğini konu alan oyunlar yazdım. Köy enstitülerinin müzikal oyununu bile yazdım. Buna benzer işte…
Oyuncularım başta öğrencilerdi. Bu dönem erkek oyuncu için Endüstri Meslek Lisesinden seçtiğim çocuklar bugün iki belediyemizin genel sanat yönetmenleridir. Abdullah ve Selim. Bazıları ise devlet tiyatrolarında oyuncu oldu.
Daha sonraki oyuncularım öğretmenlerdi. Antalya’da yaptığım ilk kültür atağı işte böyle olmuştur. O günler tüm öğretmenler arkamda… Biriz, bütünüz ve cehaletle savaşmalıyız inancı var hepimizde.
24 eğitim ödülü bu 12 yılda alındı, değil mi?
Evet.
Milli Eğitim Müdürlerinden Talip Arışahin milli eğitime katkılarınızdan ötürü sadece sizin için bir ödül töreni yapmak istedi ama siz kabul etmediniz. Neden?
Utandım. Çünkü çalışan ben değilim ki sadece. Çoğu öğretmenler de aynı biçimde çalıştı, çalışıyor. Üstelik bu ödüller çok önemli de değil bence. Benim için bu ödüllerden daha önemlisi halkın verdiği ödüllerdir.
Hangi ödüller o?
Mesela Diyarbakır- Silvan’da görev yapıp sonra da tayin olup giderken Kürt velilerin benim için yaptığı ağıt;
“ Ez gurban! Tu neçeee! Tu ji me re lazim î” yani, kurban olayım gitme, sen bize lazımsım, demeleri bence ödüllerin en güzeli...
Mesela görev yaptığım Erzurum –Oltu’dan tayin olup giderken halk çok üzgündü. Başta milliyetçi cephe var o günlerde. Ortalık toz duman. Amerika, cumhuriyetimizi yerle bir etmek istiyor. Hedefte aydınlar var. Gazeteciler, profesörler aydın din adamları suikastla öldürülüyor… Bizlere bile uzanıyor eller… Oltu’da tüm aydınlar taşlanmış, silahlar atılmış. Doğuyu terk etmeye başlamıştı aydınlar…
Bizim tayinimiz çıkıyor. İnsanların benimle ilişkisi çok başka ama. Okuldan taşan biriyim. Halkla ilişkim inanılmaz… Onları doktora götüren, evde okuma yazma öğreten, aydınlatan, öğrencilerinin evine gidip inceleyen, onlar için yardım toplayan, okumaları için onlara imkân organize eden, onları anarşi konusunda uyaran, bilgilendiren, kadınların gün toplantılarına katılan bir öğretmenim.
Dahası öğretmen arkadaşlarıyla birlikte halka okuma yazma kursu açan, dernek çatısı altında birleşip öğretmenlerin mesleki eğitimi için çalışmalar yapan, köy okullarına kütüphane kuran bir öğretmenim. Benim de tayinim çıkmış ve halk çok üzgün. Mahalleme alasmarladığa gitmişim. Okuma yazma bilmeyen komşum Sırma Teyze, kadınların arasından çıkıp ağlayarak başlıyor doğaçlama dizelere…
“Yüreğin atardı çoluk çocuğa
Gece gündüz goşup gettin okula
Yoksul sofralara gondun usulca
Bağışla a yavrum goyup gederken.”
“Sana atılan daş Hacer-ül Esvet
Arkandan okunan hem dua hem ayet
Bizim değil lakin senindir cennet
Bağışla a yavrum bizi bağışla.”
İşte bu Oltu’da çok emek verdiğim bir avuç kız öğrenci yıllar sonra tüm partilerin başına geçmiş. Beni arayıp buluyorlar coşkuyla. “Dediğiniz gibi köylere gidip halkı aydınlatıyoruz hocam” diyorlar.
Kalbe işliyor. Bunlar “Sen Ağlama” adlı kitabınızda okumuştum. Sizin sesinizle daha canlı oldu… Başka?
Kastamonu-Abana’da da görev yapmıştım. Uzun yıllar sonrasında oranın belediye başkanı ve tüm meclis üyeleri toplantı halindeyken beni arıyorlar. Başkan telefonda;
“Hocam ben Seyfi Öztürk; belediye başkanı. Şu anda meclis toplantı halinde ve meclis üyelerinin hepsi sizin öğrenciniz. Konuşmak istiyorlar sizinle.” Konuşuyoruz ve beni onur konuğu olarak davet ediyorlar ilçeye… Bunun gibi daha nice olaylar… İşte bunlar benim gerçek ödüllerimdir.
Müjgân Şamlı Gökten gibi opera sanatçısı, Aziz Balkan gibi güzel sanatlar bölüm başkanları, Nadi Atasoy gibi senfoni orkestrasında viyolonist, Özlem Şeker gibi devlet sanatçısı, nice müzik öğretmenleri, nice tiyatro sanatçıları ve şairler yetiştirdiniz. Ama en ilginç olanı Yurdan Özdemir, Seyfi Öztürk gibi farklı partilerde görev yapan öğrencileriniz. Türkiye’nin pek çok ilinde şu anda aktif görevde pek çok il başkanı, meclis üyesi ve belediye başkanı olmuş öğrencileriniz var. Bunlar sizi buldu ve zaman zaman Antalya’ya ziyaretinize geliyorlar. Hâlâ iletişim içindesiniz. Ve size; “Sizi hiç unutamadık hocam. Çünkü siz bize vatan sevgisini, en ücra yerlerde çalışma isteğini, temizliği ve nezaketi öğrettiniz” dediler. Başka neler dediler size?
Sayın Işık, farklı şehirlerde görev yaparken öğrencim olmuş ama birbirini tanımayan bu gençler, ilginçtir, anlaşmış gibi hepsi aynı cümleyi dile getirdi; “Hocam bakmayın böyle ayrı partilerden olduğumuza. Hepimiz
Atatürk’ün ve sizin izinizdeyiz”.
Havva Işık- Müsaade ederseniz bu sözünüzle röportajımı sonlandırmak istiyorum. Teşekkür ediyorum Sayın Süheyla Uysal!
Teşekkür ediyorum Sevgili Dostum!